ARAGEÇİŞ AÇMAZI
HARUN YAHYA
(ADNAN OKTAR)
Okuyucuya
• Bu kitapta ve diğer çalışmalarımızda
evrim teorisinin çöküşüne özel bir yer ayrılmasının nedeni, bu teorinin her
türlü din aleyhtarı felsefenin temelini oluşturmasıdır. Yaratılışı ve
dolayısıyla Allah'ın varlığını inkar eden Darwinizm, 140 yıldır pek çok insanın
imanını kaybetmesine ya da kuşkuya düşmesine neden olmuştur. Dolayısıyla bu
teorinin bir aldatmaca olduğunu gözler önüne sermek çok önemli bir imani
görevdir. Bu önemli hizmetin tüm insanlarımıza ulaştırılabilmesi ise
zorunludur. Kimi okuyucularımız belki tek bir kitabımızı okuma imkanı
bulabilir. Bu nedenle her kitabımızda bu konuya özet de olsa bir bölüm
ayrılması uygun görülmüştür.
• Belirtilmesi gereken bir diğer husus, bu
kitapların içeriği ile ilgilidir. Yazarın tüm kitaplarında imani konular, Kuran
ayetleri doğrultusunda anlatılmakta, insanlar Allah'ın ayetlerini öğrenmeye ve
yaşamaya davet edilmektedir. Allah'ın ayetleri ile ilgili tüm konular, okuyanın
aklında hiçbir şüphe veya soru işareti bırakmayacak şekilde açıklanmaktadır.
• Bu anlatım sırasında kullanılan samimi,
sade ve akıcı üslup ise kitapların yediden yetmişe herkes tarafından rahatça
anlaşılmasını sağlamaktadır. Bu etkili ve yalın anlatım sayesinde, kitaplar
"bir solukta okunan kitaplar" deyimine tam olarak uymaktadır. Dini
reddetme konusunda kesin bir tavır sergileyen insanlar dahi, bu kitaplarda
anlatılan gerçeklerden etkilenmekte ve anlatılanların doğruluğunu inkar
edememektedirler.
• Bu kitap ve yazarın diğer eserleri,
okuyucular tarafından bizzat okunabileceği gibi, karşılıklı bir sohbet ortamı
şeklinde de okunabilir. Bu kitaplardan istifade etmek isteyen bir grup
okuyucunun kitapları birarada okumaları, konuyla ilgili kendi tefekkür ve
tecrübelerini de birbirlerine aktarmaları açısından yararlı olacaktır.
• Bunun yanında, sadece Allah rızası için
yazılmış olan bu kitapların tanınmasına ve okunmasına katkıda bulunmak da büyük
bir hizmet olacaktır. Çünkü yazarın tüm kitaplarında ispat ve ikna edici yön
son derece güçlüdür. Bu sebeple dini anlatmak isteyenler için en etkili yöntem,
bu kitapların diğer insanlar tarafından da okunmasının teşvik edilmesidir.
• Kitapların arkasına yazarın diğer
eserlerinin tanıtımlarının eklenmesinin ise önemli sebepleri vardır. Bu sayede
kitabı eline alan kişi, yukarıda söz ettiğimiz özellikleri taşıyan ve okumaktan
hoşlandığını umduğumuz bu kitapla aynı vasıflara sahip daha birçok eser
olduğunu görecektir. İmani ve siyasi konularda yararlanabileceği zengin bir
kaynak birikiminin bulunduğuna şahit olacaktır.
• Bu eserlerde, diğer bazı eserlerde
görülen, yazarın şahsi kanaatlerine, şüpheli kaynaklara dayalı izahlara,
mukaddesata karşı gereken adaba ve saygıya dikkat edilmeyen üsluplara, burkuntu
veren ümitsiz, şüpheci ve ye'se sürükleyen anlatımlara rastlayamazsınız.
Bu
kitapta kullanılan ayetler, Ali Bulaç'ın hazırladığı "Kur'an-ı Kerim ve
Türkçe Anlamı" isimli mealden alınmıştır.
Birinci
Baskı: Eylül, 2003 - İkinci Baskı: Eylül, 2005
Üçüncü
Baskı: Ekim, 2005 - Dördüncü Baskı: Kasım, 2005 - Beşinci Baskı: Eylül 2008
ARAŞTIRMA
YAYINCILIK
Talatpaşa
Mah. Emirgazi Caddesi
İbrahim
Elmas İşmerkezi
A.
Blok Kat 4 Okmeydanı - İstanbul
Tel:
(0 212) 222 00 88
Baskı:
Seçil Ofset
100.
Yıl Mahallesi MAS-SİT Matbaacılar Sitesi
4.
Cadde No: 77 Bağcılar-İstanbul - Tel: (0
212) 629 06 15
www.harunyahya.org
- www.harunyahya.net
Yazar Hakkında
Harun Yahya müstear ismini kullanan yazar
Adnan Oktar, 1956 yılında Ankara'da doğdu. İlk, orta ve lise öğrenimini
Ankara'da tamamladı. Daha sonra İstanbul Mimar Sinan Üniversitesi Güzel
Sanatlar Fakültesi'nde ve İstanbul Üniversitesi Felsefe Bölümü'nde öğrenim
gördü. 1980'li yıllardan bu yana, imani, bilimsel ve siyasi konularda pek çok
eser hazırladı. Bunların yanı sıra, yazarın evrimcilerin sahtekarlıklarını, iddialarının
geçersizliğini ve Darwinizm'in kanlı ideolojilerle olan karanlık bağlantılarını
ortaya koyan çok önemli eserleri bulunmaktadır.
Harun Yahya'nın eserleri yaklaşık 30.000
resmin yer aldığı toplam 45.000 sayfalık bir külliyattır ve bu külliyat 60 farklı
dile çevrilmiştir.
Yazarın müstear ismi, inkarcı düşünceye
karşı mücadele eden iki peygamberin hatıralarına hürmeten, isimlerini yad etmek
için Harun ve Yahya isimlerinden oluşturulmuştur. Yazar tarafından kitapların
kapağında Resulullah'ın mührünün kullanılmış olmasının sembolik anlamı ise,
kitapların içeriği ile ilgilidir. Bu mühür, Kuran-ı Kerim'in Allah'ın son
kitabı ve son sözü, Peygamberimiz (sav)'in de hatem-ül enbiya olmasını
remzetmektedir. Yazar da, yayınladığı tüm çalışmalarında, Kuran'ı ve Resulullah'ın
sünnetini kendine rehber edinmiştir. Bu suretle, inkarcı düşünce sistemlerinin
tüm temel iddialarını tek tek çürütmeyi ve dine karşı yöneltilen itirazları tam
olarak susturacak "son söz"ü söylemeyi hedeflemektedir. Çok büyük bir
hikmet ve kemal sahibi olan Resulullah'ın mührü, bu son sözü söyleme niyetinin
bir duası olarak kullanılmıştır.
Yazarın tüm çalışmalarındaki ortak hedef,
Kuran'ın tebliğini dünyaya ulaştırmak, böylelikle insanları Allah'ın varlığı,
birliği ve ahiret gibi temel imani konular üzerinde düşünmeye sevk etmek ve
inkarcı sistemlerin çürük temellerini ve sapkın uygulamalarını gözler önüne
sermektir.
Nitekim Harun Yahya'nın eserleri
Hindistan'dan Amerika'ya, İngiltere'den Endonezya'ya, Polonya'dan Bosna
Hersek'e, İspanya'dan Brezilya'ya, Malezya'dan İtalya'ya, Fransa'dan
Bulgaristan'a ve Rusya'ya kadar dünyanın daha pek çok ülkesinde beğeniyle
okunmaktadır. İngilizce, Fransızca, Almanca, İtalyanca, İspanyolca, Portekizce,
Urduca, Arapça, Arnavutça, Rusça, Boşnakça, Uygurca, Endonezyaca, Malayca,
Bengoli, Sırpça, Bulgarca, Çince, Kishwahili (Tanzanya'da kullanılıyor), Hausa
(Afrika'da yaygın olarak kullanılıyor), Dhivelhi (Mauritus'ta kullanılıyor),
Danimarkaca ve İsveçce gibi pek çok dile çevrilen eserler, yurt dışında geniş
bir okuyucu kitlesi tarafından takip edilmektedir.
Dünyanın dört bir yanında olağanüstü
takdir toplayan bu eserler pek çok insanın iman etmesine, pek çoğunun da
imanında derinleşmesine vesile olmaktadır. Kitapları okuyan, inceleyen her
kişi, bu eserlerdeki hikmetli, özlü, kolay anlaşılır ve samimi üslubun, akılcı
ve ilmi yaklaşımın farkına varmaktadır. Bu eserler süratli etki etme, kesin
netice verme, itiraz edilemezlik, çürütülemezlik özellikleri taşımaktadır. Bu
eserleri okuyan ve üzerinde ciddi biçimde düşünen insanların, artık materyalist
felsefeyi, ateizmi ve diğer sapkın görüş ve felsefelerin hiçbirini samimi
olarak savunabilmeleri mümkün değildir. Bundan sonra savunsalar da ancak
duygusal bir inatla savunacaklardır, çünkü fikri dayanakları çürütülmüştür. Çağımızdaki
tüm inkarcı akımlar, Harun Yahya Külliyatı karşısında fikren mağlup
olmuşlardır.
Kuşkusuz bu özellikler, Kuran'ın hikmet ve
anlatım çarpıcılığından kaynaklanmaktadır. Yazarın kendisi bu eserlerden dolayı
bir övünme içinde değildir, yalnızca Allah'ın hidayetine vesile olmaya niyet
etmiştir. Ayrıca bu eserlerin basımında ve yayınlanmasında herhangi bir maddi
kazanç hedeflenmemektedir.
Bu gerçekler göz önünde bulundurulduğunda,
insanların görmediklerini görmelerini sağlayan, hidayetlerine vesile olan bu
eserlerin okunmasını teşvik etmenin de, çok önemli bir hizmet olduğu ortaya
çıkmaktadır.
Bu değerli eserleri tanıtmak yerine,
insanların zihinlerini bulandıran, fikri karmaşa meydana getiren, kuşku ve
tereddütleri dağıtmada, imanı kurtarmada güçlü ve keskin bir etkisi olmadığı
genel tecrübe ile sabit olan kitapları yaymak ise, emek ve zaman kaybına neden
olacaktır. İmanı kurtarma amacından ziyade, yazarının edebi gücünü vurgulamaya
yönelik eserlerde bu etkinin elde edilemeyeceği açıktır. Bu konuda kuşkusu
olanlar varsa, Harun Yahya'nın eserlerinin tek amacının dinsizliği çürütmek ve
Kuran ahlakını yaymak olduğunu, bu hizmetteki etki, başarı ve samimiyetin
açıkça görüldüğünü okuyucuların genel kanaatinden anlayabilirler.
Bilinmelidir ki, dünya üzerindeki zulüm ve
karmaşaların, Müslümanların çektikleri eziyetlerin temel sebebi dinsizliğin
fikri hakimiyetidir. Bunlardan kurtulmanın yolu ise, dinsizliğin fikren mağlup
edilmesi, iman hakikatlerinin ortaya konması ve Kuran ahlakının, insanların
kavrayıp yaşayabilecekleri şekilde anlatılmasıdır. Dünyanın günden güne daha
fazla içine çekilmek istendiği zulüm, fesat ve kargaşa ortamı dikkate
alındığında bu hizmetin elden geldiğince hızlı ve etkili bir biçimde yapılması
gerektiği açıktır. Aksi halde çok geç kalınabilir.
Bu önemli hizmette öncü rolü üstlenmiş
olan Harun Yahya Külliyatı, Allah'ın izniyle, 21. yüzyılda dünya insanlarını
Kuran'da tarif edilen huzur ve barışa, doğruluk ve adalete, güzellik ve
mutluluğa taşımaya bir vesile olacaktır.
İÇİNDEKİLER
Giriş........................................................................................... 10
Hiçbir Zaman Var Olmayan Ara Geçiş Formları..................... 14
Ara Formlar Nasıl Olmalı?....................................................... 24
Darwinizm'e Paleontolojik Reddiye:
Kambriyen Patlaması................................................................ 42
Kambriyen Patlaması................................................................ 42
Canlı Gruplarının Aniden Ortaya Çıkışı................................... 54
Sahte Ara Formlar................................................................... 138
Fosil Kayıtlarında Durağanlık................................................. 202
Sonuç....................................................................................... 214
Giriş
Eski Yunan'dan günümüze kadar
materyalistler tarafından hayatın kökenine açıklama getirmek için kullanılan
evrim düşüncesi, bilim dünyasına 19. yüzyılda Charles Darwin'in Türlerin
Kökeni adlı kitabı ile girdi. 19. yüzyılda büyük bir tırmanış gösteren materyalist
felsefeyi savunanlar, canlılığın nasıl ortaya çıktığı sorusuna cevap olarak
evrim teorisini sahiplendiler ancak bu teorinin bilimsel dayanaklarını
sorgulamadılar. Darwin de kitabında bazı biyolojik olgulardan hareketle
çıkarımlar yapmak dışında, teorisini kanıtlayan somut bir bilimsel delil
sunmuyordu; delillerin bulunmasını ise zamana bırakmıştı. Özellikle de
teorisini destekleyeceğini umduğu fosillerin, gelecekte ortaya çıkarılacağını
ileri sürmüştü.
Canlıları Allah'ın yarattığı gerçeğini
inkar edenlerin, bilimsel zayıflığına rağmen, dört elle sarıldıkları evrim
teorisi, kısa sürede bilim dünyasına hakim oldu. Bilimsel dergilerden okul
kitaplarına kadar evrim teorisi bilimsel olarak ispatlanmış ve hayatın kökenine
dair tek geçerli açıklama gibi insanlara anlatıldı. Teorinin yanlışlıklarını ve
mantıksızlıklarını gösteren bilim adamları ise ya akademik kariyerlerine
yönelik tehditlerle susturuldular ya da "dogmatik" veya "bilime
karşı" olmakla suçlanarak etkisizleştirilmeye çalışıldılar. Materyalist
ideolojilerin savunucuları, 150 yıl boyunca evrim teorisini ellerinde hiçbir
delil olmadan, salt propaganda metodlarıyla kitlelere empoze ettiler.
Ancak 20. yüzyılın ikinci yarısından
itibaren evrim teorisinin bilim dünyasında edindiği yer sallanmaya başladı.
Paleontolojiden biyolojiye, anatomiden genetik bilimine kadar birçok bilim
dalında yapılan gözlem ve deneyler, evrim teorisinin aleyhinde sonuçlar vermeye
başladı. Evrimciler, bir anda kendilerini ve teorilerini yeni bilimsel
bulgulara karşı savunur durumda buldular. 21. yüzyıla gelindiğinde, evrim
teorisi tüm dünyada geniş çaplı tartışılan, itibarını büyük ölçüde yitirmiş,
her an çöküşü beklenen bir teori haline geldi. Nature, Science, New
Scientist, Scientific American gibi dünyaca ünlü bilim dergileri dahi,
satır aralarında evrim teorisi ile ilgili şüphe ve sorunları daha sık dile
getirir oldular.
Peki evrim teorisinin bir anda hızla
çöküşüne neden olan bulgular nelerdi? Bunları üç ana başlık altında toplamak
mümkündür:
1. Biyologlar,
canlılığın son derece kompleks yapılardan oluştuğunu keşfettiler. Proteinlerin,
DNA ve hücrenin indirgenemez kompleksliğe sahip olduğu, evrim teorisinin iddia
ettiği gibi tesadüfen oluşmalarının imkansız olduğu anlaşıldı. Bu
imkansızlıklar matematiksel olarak da hesaplandı.
2. Evrimin
mekanizmaları olarak öne sürülen doğal seleksiyon ve mutasyonların canlıları
evrimleştirici güçleri olmadığı anlaşıldı. Doğal seleksiyon canlılara yeni bir
genetik bilgi katmıyor, mutasyonlar ise genetik bilgiyi sadece tahrip
ediyorlardı.
3. Fosil
kayıtlarında evrimcilerin bulmayı umdukları, türlerin birbirlerinden
evrimleştiklerinin delili sayılacak olan "ara geçiş formlarına"
rastlanmadı. Canlı türleri fosil kayıtlarında aniden ve kendilerine özgün
eksiksiz yapılarıyla ortaya çıkıyorlar ve fosil kayıtlarından kaybolana kadar
hiçbir değişikliğe uğramıyorlardı.
Bu kitabın konusu, evrim teorisini
çökerten üstteki bilimsel gelişmelerden üçüncüsü, yani fosil kayıtlarıdır.
Kitabı okumaya geçmeden önce şunu
hatırlatmak gerekir ki, "ara geçiş formları'nın" fosil kayıtlarında
olmayışı evrim teorisinin çöküşü için tek başına yeterlidir. Teorinin kurucusu
Darwin de bu gerçeği kabul etmiş ve kitabında ara geçiş formlarının neden
bulunmadığını sorguladıktan sonra, "belki de bu benim teorime karşı ileri
sürülecek en büyük itiraz olacaktır."1 demiştir.
Gerçekten de bugün, Darwin'in evrim
teorisine getirilen en büyük itirazlardan biri fosil kayıtları ile ilgilidir.
Evrimciler dahi bulunan fosillerin yorumlanması hakkında kendi aralarında büyük
ihtilaf içindedirler. Hayatın tarihine dair bilimsel bilgi edinebileceğimiz
önemli bir kaynak olan fosiller, çok açık olarak evrim teorisini
reddetmekte, canlılığın yeryüzünde aniden, hiçbir evrim yaşanmadan ortaya
çıktığını, yani yaratıldığını göstermektedir.
Hiçbir Zaman Var Olmayan Ara Geçiş Formları
Eğer dünyamızda gerçekten bir evrim süreci
yaşanmış, yani canlı türleri tek bir ortak atadan kademeli olarak türemiş
olsalardı, bunun kanıtlarını en açık olarak fosil kayıtlarında görebilirdik.
Ünlü Fransız zoolog Pierre Grassé, bu konuda şunları söyler:
Doğa bilimciler unutmamalıdırlar ki,
evrim süreci sadece fosil kayıtları aracılığıyla açığa çıkar… Sadece
paleontoloji (fosil bilimi) evrim konusunda delil oluşturabilir ve evrimin
gelişimini ve mekanizmalarını gösterebilir.2
Bunun nedenini anlamak için, evrim
teorisinin temel iddiasını kısaca gözden geçirmek gerekecektir:
Evrim teorisine göre bütün canlılar
birbirlerinden türemişlerdir; önceden tesadüfen var olan bir canlı türü,
zamanla bir diğerine dönüşmüş ve bütün türler bu şekilde ortaya çıkmışlardır.
Bu bilimdışı iddiaya göre, bitkiler, havyanlar, mantarlar, bakteriler hep aynı
kaynaktan gelmişlerdir. Hayvanların 100'e yakın farklı filumu (yani
yumuşakçalar, eklembacaklılar, solucanlar, süngerler gibi temel kategorileri)
hep tek bir ortak atadan türemiştir. Teoriye göre bu gibi omurgasız canlılar
zamanla (ve tesadüfen) omurga kazanarak balıklara, balıklar amfibiyenlere,
onlar sürüngenlere, sürüngenlerin bir kısmı kuşlara, bir kısmı ise memelilere
dönüşmüştür. Teoriye göre bu dönüşüm yüz milyonlarca senelik uzun bir zaman
dilimini kapsamış ve kademe kademe ilerlemiştir. Bu durumda, iddia edilen uzun
dönüşüm süreci içinde sayısız "ara tür"ün oluşmuş ve yaşamış
olması gerekir.
Sözgelimi, geçmişte balık özelliklerini
hala taşımalarına rağmen, bir yandan da bazı amfibiyen özellikleri kazanmış
olan yarı balık-yarı amfibiyen canlılar yaşamış olmalıdır. Ya da sürüngen
özelliklerini taşırken, bir yandan da bazı kuş özellikleri kazanmış
sürüngen-kuşlar ortaya çıkmış olmalıdır. Bunlar, bir geçiş sürecinde oldukları
için, sakat, eksik, kusurlu canlılar olmalıdır. Örneğin bir sürüngenin ön
ayakları her jenerasyonda bir parça daha kuş kanadına benzemelidir. Yüzlerce
jenerasyon boyunca bu türün ne tam ön ayakları ne de tam kanatları olacak, yani
bu canlı sakat ve kusurlu olarak yaşayacaktır. Evrimcilerin geçmişte yaşamış
olduklarına inandıkları bu teorik canlılara "ara geçiş formu" adı
verilir.
Eğer gerçekten bu tür canlılar geçmişte
yaşamışsa, bunların sayılarının ve türlerinin milyonlarca hatta milyarlarca
olması, fosillerine de dünyanın dört bir yanında rastlanması gerekir. Bu
gerçeği Darwin de kabul etmiş ve neden birçok ara geçiş formu olması
gerektiğini şöyle açıklamıştı:
Tüm yaşayan türler, her gcinste yer
alan atasal türleriyle, bugün yaşamakta olan türlerin evcil ve vahşi
varyasyonları arasındaki farktan daha büyük olmayan farklarla bağlantılı
olmalıdırlar.3
Darwin'in kastettiği şudur: Günümüzde
yaşayan bir canlı türünün varyasyonları (örneğin cins bir köpek ile bir sokak
köpeği) arasında ne kadar az fark varsa, "evrim süreci" içinde
birbirini izlediği iddia edilen "ata" ve "torun"lar
arasında da o kadar az fark olmalıdır.
Dolayısıyla, Darwin'in de belirttiği gibi
evrim, eğer gerçekten var olsaydı, "çok küçük kademeli değişimlerle"
ilerleyecekti. Mutasyona uğrayan bir canlıdaki değişiklik çok küçük olacaktı.
Ayakların kanatlara, solungaçların akciğerlere, yüzgeçlerin ayaklara dönüşmesi
gibi büyük değişimlerin meydana gelebilmesi için milyonlarca küçük değişimin
yine milyonlarca yıl içinde birikmesi gerekecekti. Bu süreç ise, milyonlarca
ara form oluşmasına neden olacaktı. Darwin bu açıklamasından sonra şu sonuca
varmıştır:
Yaşayan veya soyu tükenmiş tüm türler
arasındaki ara ve geçiş bağlantılarının sayısı inanılmaz derecede büyük
olmalıdır. 4
Darwin kitabının başka bölümlerinde de
aynı gerçeği dile getirmiştir:
Eğer teorim doğruysa, türleri
birbirine bağlayan sayısız ara geçiş çeşitleri mutlaka yaşamış olmalıdır... Bunların
yaşamış olduklarının kanıtları da sadece fosil kalıntıları arasında
bulunabilir.5
Ancak bu satırları yazan Darwin, bu ara
formların fosillerinin bir türlü bulunamadığının da farkındaydı. Bunun teorisi
için büyük bir açmaz oluşturduğunu görüyordu. Bu yüzden, Türlerin Kökeni
kitabının "Teorinin Zorlukları" (Difficulties on Theory) adlı
bölümünde şöyle yazmıştı:
Eğer gerçekten türler öbür türlerden
yavaş gelişmelerle türemişse, neden sayısız ara geçiş formuna rastlamıyoruz?
Neden bütün doğa bir karmaşa halinde değil de, tam olarak tanımlanmış ve yerli
yerinde? Sayısız ara geçiş formu olmalı, fakat niçin yeryüzünün sayılamayacak
kadar çok katmanında gömülü olarak bulamıyoruz... Niçin her jeolojik yapı ve
her tabaka böyle bağlantılarla dolu değil? Jeoloji iyi derecelendirilmiş bir
süreç ortaya çıkarmamaktadır ve belki de bu benim teorime karşı ileri sürülecek
en büyük itiraz olacaktır.6
Darwin'in bu büyük açmaz karşısında öne
sürdüğü tek açıklama ise, o dönemdeki fosil kayıtlarının yetersiz olduğuydu.
Fosil kayıtları detaylı olarak incelendiğinde, kayıp ara formların mutlaka
bulunacağını iddia etmişti.
Ancak 150 yıldır yapılan fosil
araştırmaları Darwin'in ve onu izleyen evrimcilerin boş yere umutlandıklarını
göstermiş ve bir tek ara geçiş formuna ait fosil bulunamamıştır. Günümüzde
dünyanın her yerinde, binlerce müzede ve koleksiyonda 100 milyonu aşkın fosil
bulunmaktadır. Bu fosillerin hepsi birbirlerinden kesin hatlarla ayrılan, özgün
yapılara sahip türlere aittir. Evrimcilerin ümitle aradıkları yarı balık-yarı
amfibiyen, yarı dinozor-yarı kuş, yarı maymun-yarı insan ve benzeri canlıların
fosillerine kesinlikle rastlanmamıştır. Johns Hopkins Üniversitesi'nden
profesör S. M. Stanley bir evrimci olmasına rağmen bu gerçeği şöyle itiraf
eder:
Bilinen fosil kayıtları kademeli evrim
ile uyumlu değildir ve hiçbir zaman olmamıştır... Günümüzdeki paleontologların
azı biyoloji tarihçisi William Coleman’ın şu sözlerle ifade ettiği geçmiş
yüzyıldaki durumu fark etmiş görünmektedir: “Paleontologların çoğunluğu,
delillerinin Darwin'in bir türün değişimine götüren çok küçük, yavaş ve giderek
biriken değişiklikler üzerine yaptığı vurguyla çelişir durumda olduğunu
hissetmiştir.” Bir sonraki bölümde sadece fosillerin ne söylediklerini değil,
aynı zamanda hikayelerinin neden örtbas edildiğini açıklayacağım.7
Amerikan Doğa Tarihi Müzesi'nden
paleontolog Niles Eldredge ve antropolog Ian Tattersall ise fosil kayıtlarının
evrim teorisine karşı geldiğini şöyle açıklarlar:
Kayıtlardaki sıçramalar ve tüm
deliller kayıtların gerçek olduğunu gösteriyor: Gördüğümüz boşluklar - yapay bir
fosil kaydının yapısını değil, yaşamın tarihindeki gerçek olayları
yansıtmaktadır.8
Bu evrimci bilim adamlarının da
belirttikleri gibi yaşamın gerçek tarihini fosil kayıtlarında görmek mümkündür
ve bu tarihte ara geçiş formları yoktur. Başka bilim adamları da ara geçiş
formlarının bulunmadığını kabul etmektedirler. Örneğin Indiana Moleküler
Biyoloji Enstitüsü Müdürü Rudolf A. Raff ve Indiana Üniversitesi'nden
araştırmacı Thomas C. Kaufmann şöyle demektedir:
Fosil türleri arasında ataların ya da
ara geçiş formlarının eksikliği, erken metazoan (çok hücreli hayvan) tarihinin
garip bir özelliği değildir. Bu boşluklar geneldir ve tüm fosil kayıtları
boyunca hakimdir.9
Fosil kayıtlarında milyarlarca yıl önce
yaşamış olan bakterilerin dahi fosilleri korunmuştur. Buna rağmen, hayali ara
geçiş formlarına ait tek bir tane bile fosilin bulunamamış olması dikkat
çekicidir. Karıncalardan bakterilere, kuşlardan çiçekli bitkilere kadar birçok
canlı türünün fosilleri mevcuttur. Soyu tükenmiş canlıların dahi fosilleri o kadar
kusursuzca korunmuştur ki, günümüzde görmediğimiz bu canlıların nasıl bir
yapıya sahip olduklarını anlamamız mümkün olabilmektedir. Bu kadar zengin fosil
kaynaklarının içinde, bir tane dahi ara geçiş formunun bulunmaması ise, fosil
kayıtlarının eksikliğini değil, evrim teorisinin geçersizliğini gösterir.
Ara Formlar Nasıl Olmalı?
İlerleyen bölümlerde, evrimcilerin ara
form olduğunu iddia ettikleri canlıları inceleyecek ve bunların gerçekte ara
formlar olmadıklarını, bir türe ait tam özelliklere sahip, özgün, mükemmel ve
kusursuz canlılar olduklarını göreceğiz. Ancak bundan önce, evrim teorisinin
iddiasına göre gerçek ara formların nasıl olmaları gerektiğini incelemekte
fayda bulunmaktadır.
Öncelikle evrime göre bir ara form nasıl
oluşacaktır, onu tekrar hatırlayalım. Mutasyonlar, yani radyasyon, kimyasal
etkenler gibi nedenlerle bir canlının DNA'sında meydana gelen değişiklikler, o
canlıda bazı değişikliklere neden olur. Evrim teorisinin iddiasına göre, bir
canlı türü jenerasyonlar boyunca bazı mutasyonlara maruz kaldığında, başka bir
türe dönüşebilir. Teoriye göre doğal seleksiyon, mutasyonlardan
"yararlı" olanları seçer, biriktirir ve böylece uzun zaman içinde
yeni biyolojik yapılar oluşturur. Evrim teorisinin türlerin oluşumu ile ilgili
iddiasının özeti bu şekildedir.
Ancak, mutasyonlar rastgele meydana
gelirler ve çoğunlukla canlıya zarar verirler. Zarar vermediklerinde ise canlı
üzerinde bir etkileri olmaz. Mutasyonların bugüne kadar faydalı oldukları tek
bir durum dahi tespit edilmemiştir. Dolayısıyla mutasyonların, canlıya yarar
sağlaması mümkün değildir. Özellikle de bir canlı türünü en baştan alıp, bilinçli bir şekilde, o canlının şeklindeki
düzgünlüğü, fonksiyonlarındaki kusursuzluğu bozmadan, canlının yaşama
koşullarını zorlaştırmadan o canlıyı aşama aşama başka özelliklerle inşa etmesi
imkansızdır. Örneğin mutasyonlar rastgele ve bilinçsiz oldukları için, denizden
karaya çıkacak bir balığa bir kerede akciğer inşa edemezler. Veya bu canlının
yüzgeçlerini bir kerede veya makul aşamalarla karada onun ağırlığını
taşıyabilecek, yalpalamadan rahat bir şekilde yürüyebileceği ayaklara
dönüştüremezler. Mutasyonlar sonucunda solungaçlarla akciğer, yüzgeçlerle
ayaklar, pullarla tüyler, ayaklarla kanatlar, dört ayaklı duruş ile iki
ayaklı duruş, eğik iskeletle dik duran iskelet arasında hep çok bozuk, birçok
anormallik ve şekil bozukluğu taşıyan, gerçek anlamda sakat, günümüzdeki tam
türlerle hiçbir ilgisi olmayan, "deforme", garip şekilli yapılar
ortaya çıkacaktır.
Ayrıca unutmamak gerekir ki, evrimcilerin
iddia ettiği bu hayali değişim milyonlarca yıl süreceği için, bu tür bozuk,
sakat ara formların sayısının tam türlerden çok daha fazla olması ve fosil
kayıtlarında da en sık bu tür deforme canlılara rastlanması gerekir. Çünkü
evrimcilerin iddialarına göre, günümüzde gördüğümüz her tür ve bu türlerin
sahip oldukları her yapı, en ince ayrıntısına kadar, göz çukurlarından el
bileklerine, parmakları oluşturan küçük kemik parçalarından kafatasının
şekline, kaburgaların kafes şeklinden omurganın sayısına kadar tesadüfi
mutasyonlar sonucunda aşama aşama meydana gelmiştir. O zaman bir canlı
türü oluşana kadar o canlı türünün her organı, her uzvu, her parçası aşama
aşama şekillenmiş demektir.
Örneğin kafatasını ele alalım. Günümüzde
gördüğümüz ve geçmişte yaşayıp fosil kayıtlarında bulduğumuz tüm canlıların çok
kusursuz, pürüzsüz, simetrik, hiçbir deformasyonu olmayan kafatasları vardır.
Oysa evrimcilerin iddialarına göre ilk kusursuz kafatası oluşana kadar,
kafatası birçok bozuk aşamadan geçmiş olmalıdır. Örneğin simetrik bir görünüm
alana kadar birçok asimetrik şekil almalıdır; sağa doğru daha çok kaymış,
çenesi sağa veya sola doğru kayık, burnu sağ yanağına yakın, kulakları yanağına
veya daha geriye doğru, diğer taraftaki kulağı ise tam aksi yönde, göz çukurlarının
biri daha üstte, diğeri daha sola doğru ve bunlar gibi milyonlarca bozuk form
oluşmalıdır. Veya bu kafataslarının bazılarında işe yaramayan, gereksiz
kemikler çıkmalı, birkaç jenerasyon sonra bu kemikler işe yaramadıkları için
yok olmalıdırlar. Oysa fosil kayıtlarında hiç böyle canlılar yoktur. Hepsinin
kafatasları günümüzdeki canlıların kafatasları gibi düzgün, simetriktir. Göz,
kulak, burun gibi organlar için ayrılan boşluklar da yine simetrik ve son
derece düzgündür.
Çerçeve içindeki resimlerde görüldüğü
gibi, bilinen kafataslarının tamamı tam ve düzgündür. Hiçbiri ara form olma
özelliği taşımamaktadır. Hangi türe ait olurlarsa olsunlar, kusursuz bir
yapıdadırlar. Yarım kalmış, tamamlanmamış bir görünümleri yoktur. Bir başka
deyişle bunlar tesadüfen oluşmuş, rastgele mutasyonlar neticesinde deforme
olmuş, bir türden başka bir türe doğru geçiş özelliği gösteren kafatasları
değildir. Aynı günümüzdeki canlılar gibi eksiksiz yapılara sahiptirler. Oysa
eğer evrim teorisi doğru olsaydı, önceki sayfada görülen yamuk ve şekilsiz,
bozuk kafataslarına ait fosiller bulunması gerekirdi. Ancak bu tür fosillerden
yeryüzü katmanlarında eser yoktur. Bu açık gerçek, evrim teorisinin
iddialarının doğru olmadığının kesin bir ispatıdır.
Fosil kayıtlarında bu tür bozuk yapı ve
organlardan, garip ara türlerden ne kadar çok bulunması gerektiğini daha iyi
görebilmek için, evrimcilerin tesadüf kavramı üzerinde biraz daha durmak
gerekir. Evrim teorisine göre, bu ara formlar tamamen bilinçsizce, tesadüfen
oluşmaktadırlar. Örneğin bir canlının yaşadığı bölgede tesadüfen mutasyona
sebep olacak bir olay meydana gelmekte, bu olay canlının genetik yapısını
etkilemekte ve canlıda birtakım değişiklikler ortaya çıkmaktadır. Ancak, bu
mutasyon canlının genetik yapısının tamamını da değiştirmemektedir. Örneğin
ellerini, kollarını etkilerken, kafatası aynı kalabilmektedir. Yani mutasyon
hangi genlerine isabet ederse, o genlerin kontrol ettiği organ veya yapılarda
bir değişiklik olmaktadır. Bu gerçekleşmesi hiçbir şekilde mümkün olmayan bir
hayalden başka bir şey değildir.
Bilindiği gibi canlıların sahip oldukları
tüm özellikler DNA'larındaki bilgide saklıdır. DNA ise, milyarlarca harften
oluşan bir bilgi bankası gibidir. Bu harflere isabet eden rastgele mutasyonlar,
bu bilgiyi daha mükemmel hale getiremez, çünkü bu mutasyonlarda bilinç yoktur.
Dolayısıyla mutasyonlar DNA'daki kusursuz bilgiyi hep bozacaklardır.
Bilinçsizce meydana gelen mutasyonlar en
baştan kusursuz, mükemmel bir yapı oluşturamazlar. Hep bozuk, yamuk, eksik,
kusurlu yapılar meydana getirirler. Sözgelimi eller de evrim teorisinin
iddiasına göre rastgele mutasyonların bir eseridir. Ancak rastgele meydana
gelen mutasyonlar hem estetik, hem en kullanışlı, hem de cisimleri en kusursuz
şekilde tutma, kavrama ve hissetme yeteneğine sahip eller oluşturamazlar.
En mükemmele gelene kadar (ki bunu
başarmaları imkansızdır) arada milyonlarca bozuk el, kol, ayak, bacak inşa
etmeleri gerekir. Örneğin her bir parmağın uzunluğu bugünkü şekline gelene
kadar milyonlarca aşamadan geçecektir. Evrimcilerin iddialarına göre kör
tesadüfler, parmakları bileklerden, kolun orta kısmından, elin üstünden,
avuçlardan çıkartacak, onları yanyana dizene kadar her jenerasyonda birçok
sıralama deneyecektir. Nasıl ki elinizde harflerin yazılı olduğu pulları rastgele
yere atsanız, bunların belli bir sırada dizilip, anlamlı bir cümle, hatta bir
kelime oluşturmalarını bekleyemezseniz, tesadüfen meydana gelen mutasyonların
el veya ayak parmaklarını, bacak ve kol kemiklerini de en düzgün, en
kullanışlı, en estetik sırada dizmelerini bekleyemezsiniz.
Örneğin ayak kemikleri insanın en ideal ve
en az yorularak yürüyebileceği ve vücudun ağırlığını en az hissedebileceği
şekilde özel olarak yaratılmışlardır. Ayak tabanındaki kavis, vücut ağırlığına
karşı kemiklere destek verme özelliğine sahiptir. Bu nedenle bu kavisten yoksun
olan düz tabanlılar yürüme zorluğu çekerler. Evrimci iddiaları doğru kabul
etmemiz durumunda, ayak kemiklerinin bu ince detaylara sahip olana kadar
geçireceği evreler sayısızdır. O zaman fosil kayıtlarında da bu evrelerin hiç
olmazsa birkaç tanesine rastlamak gerekir. Oysa, fosil kayıtlarında yarım
evreler değil, her zaman tam ve kusursuz ayaklar bulunmaktadır.
Evrimcilerin iddialarına göre fosil
kayıtlarında evrelerine rastlanması gereken bir başka yapı ise bozuk omurgadır.
Omurga, "omur" denilen 33 küçük yuvarlak kemiğin birbirinin üzerine
dizilmesiyle oluşur ve insan için hayati bir önem taşır. Vücudun üst kısmının
tüm ağırlığını omurga taşır. Omurganın "S" şeklindeki kıvrımlı yapısı,
üzerindeki yükün eşit dağıtılmasını sağlar. Yürümek için atılan her adımda,
vücut ağırlığı nedeniyle yerden vücuda doğru bir tepki kuvveti gelir. Bu
kuvvet, omurganın sahip olduğu amortisörler ve "kuvvet dağıtıcı"
kıvrımlı şekli sayesinde vücuda zarar vermez. Eğer tepkiyi azaltan amortisörler
ve kıvrımlı özel yapı olmasa, atılan her adımda, ortaya çıkan kuvvet direkt
olarak kafatasına iletilirdi ve omurganın üst ucu, kafatası kemiklerini
parçalayarak beynin içine girerdi. Böyle bir durumda ise, insan soyunun devamı
mümkün olamayacaktı.
İnsanın sözde atası olarak gösterilen tüm
omurgalıların da omurgası yine son derece düzgündür. Bilinen en eski
omurgalılar olan Kambriyen devri balıklarının, onlardan sonra ortaya çıkan
balıkların veya kara omurgalıların tümü, düzgün ve kendilerine özgü omurga
yapılarına sahiptirler ve aralarında hiçbir ara form yoktur.
Evrim teorisinin iddiasına göre,
tesadüfler bu mükemmel omurgaları oluşturana kadar yüzbinlerce ara omurga formu
üretmelidirler. Örneğin "S" biçimli kıvrık yapıyı oluşturana kadar
birçok farklı ara şekil oluşacaktır, ta ki omurga beyni parçalamayacak bir
şekil alana kadar. İnsan omurgasının 33 parçası da bir anda oluşmayacak,
binlerce jenerasyon boyunca adım adım inşa edilecektir. Elbette ki bu adım adım
gelişim fosil kayıtlarında da iz bırakacak, 2 omurlu, 5 omurlu, 12 omurlu
yapılara sahip fosiller bulunacaktır. Ancak, fosil kayıtlarındaki omurgalar hep
o canlı için en mükemmel, en uygun olan yapı ve özelliklere sahiptirler.
Şekilleri ve yapıları itibariyle kusurlu, eksik, tamamlanmamış değildirler,
aksine en mükemmel yapıdadırlar. Yani aşağıdaki çizimlerde görülen ara omurga
yapılarına fosil kayıtlarında hiç rastlanmamıştır.
Fosil kayıtlarında tüm canlılar hep en
mükemmel halleriyle ve tam olarak vardır. Evrimcilerin ara geçiş formu olarak
öne sürdükleri canlılar da, önceki sayfalarda belirtilen ara form özelliklerini
göstermemektedir. Bunların her biri tüm özellikleri açısından tamdır, ara
aşamada olan, eksik hiçbir organ veya yapıları bulunmamaktadır. Kafatasları,
omurgaları, el ve ayak yapılarında hiçbir yarım, noksan kalmış özellik yoktur.
Tüm canlılar kusursuz halleriyle mevcuttur.
Örneğin yusufçuğun, baykuşun, balıkların,
sincapların öncesinde, yeryüzü tabakalarında biraz yusufçuğu andıran, biraz
baykuşa benzeyen, ama bir yandan da başka canlılara ait yarım özellikler
taşıyan, garip canlıların fosilleri kesinlikle bulunmamaktadır. Tüm bu
gerçekler bize göstermektedir ki, evrim teorisinin "milyonlarca yıl içinde
aşama aşama gelişen canlılar" iddiası tamamen bir hayal ürünüdür. Yaklaşık
1.5 asırdır dünyanın her yerinde evrimcilerin çalışmalarına ve delil
arayışlarına rağmen, bu iddiayı destekleyecek tek bir delil bugüne kadar
bulunamamıştır.
Darwinizm'e Paleontolojik Reddiye:
Kambriyen Patlaması
Darwinizm, canlılığın tek bir ortak atadan
geldiğini ve küçük değişimlerle farklılaştığını öne sürmektedir. Bu durumda,
canlılığın, ilk başta birbirine çok benzer ve basit formlarda ortaya çıkmış
olması gerekir. Yine aynı iddiaya göre, canlıların birbirlerinden
farklılaşmaları ve kompleksliklerinin artması da, çok uzun zamanlar içinde
olmalıdır.
Kısacası Darwinizm'e göre, canlılık tek
bir kökten gelen, ancak sonra dallara ayrılan bir ağaç gibi olmalıdır. Nitekim
bu varsayım Darwinist kaynaklarda ısrarla vurgulanır ve "hayat ağacı"
(tree of life) kavramı sık sık kullanılır. Bu hayat ağacına göre, canlılar
arasındaki en temel sınıflandırma birimi olan ve hayvanları vücut planlarına
göre sınıflandıran filumların da, kademe kademe ortaya çıkmış olması gerekir.
Darwinizm'e göre önce küçük ve daha basit
formlarda türler oluşmalı ve bunlar zaman içinde bir filumu oluşturmalı ve
sonra diğer filumlar küçük küçük değişimlerle ve uzun zaman dilimleri içinde
yavaş yavaş belirmelidir. Darwinizm'in bu varsayımına göre, hayvan filumlarının
sayısında da kademeli bir artış yaşanmış olmadır.
Ancak fosil kayıtları Darwinizm'in bu
öngörülerinin doğru olmadığını göstermektedir. Evrimci iddiaların tam aksine
havyanlar, ilk ortaya çıktıkları dönemden itibaren birbirlerinden çok farklı ve
çok komplekstirler. Bugün bilinen tüm hayvan filumları ve hatta çok daha
fazlası yeryüzünde aynı anda, Kambriyen devri olarak bilinen jeolojik dönemde
ortaya çıkmışlardır.
Canlılığın bilinen tüm hayvan filumları
ile ortaya çıktığı Kambriyen devri, 570-505 milyon yıl önce yaşanmış 65 milyon
yıllık bir jeolojik dönemdir. Ancak bilinen tüm filumların tamamına yakınının
hep birlikte ortaya çıktıkları zaman dilimi, Kambriyen devrin daha küçük bir
bölümüdür ve bunun en fazla 10 milyon yıl olduğu hesaplanmaktadır. Bu, jeolojik
anlamda çok kısa bir zaman dilimidir.
Bu kadar kısa bir zamanda canlılığın tüm
çeşitliliği, tüm farklı vücut planları ile birlikte aniden ortaya çıkması,
Darwinizm'in beklentisinin tam aksidir. Kambriyen devrinde ortaya çıkan
filumların bir kısmının sonradan soylarının tükenmesi ve bir daha da yeni filum
belirmemesi ise bu çelişkiyi daha güçlendirmektedir: Canlılık evrimcilerin
iddia ettikleri gibi, giderek genişleyip, çeşitlenmemekte, aksine çok çeşitli
başlayıp giderek daralmaktadır.
Darwinizm'in dünya çapındaki en önemli
eleştirmenlerinden biri olan Berkeley, California Üniversitesi profesörü Philip
Johnson, paleontolojinin ortaya koyduğu bu gerçeğin, Darwinizm'le olan açık
çelişkisini şöyle açıklamaktadır:
Darwinist teori, canlılığın bir tür
"giderek genişleyen bir farklılık üçgeni" içinde geliştiğini öngörür.
Buna göre canlılık, ilk canlı organizmadan ya da ilk hayvan türünden
başlayarak, giderek farklılaşmış ve biyolojik sınıflandırmanın daha yüksek
kategorilerini oluşturmuş olmalıdır. Ama hayvan fosilleri bizlere bu üçgenin
gerçekte başaşağı durduğunu göstermektedir: Filumlar henüz ilk anda hep
birlikte vardır, sonra giderek sayıları azalır.10
Philip Johnson'ın belirttiği gibi,
filumların kademeli olarak oluşması bir yana, tüm filumlar bir anda var olmuşlar;
hatta ilerleyen dönemlerde bazılarının soyu tükenmiştir. Kambriyen öncesi
(Prekambriyen) dönemde sadece tek hücreli canlıların ve basit çok hücrelilerin
oluşturduğu üç farklı filum vardır. Kambriyen döneminde ise, 60-100 arasında
farklı hayvan filumu bir anda ortaya çıkmıştır. İlerleyen dönemde ise bu
filumların bir kısmının soyları tükenmiş, günümüze kadar sadece bazı filumlar
ulaşmıştır.
Bilim yazarı Roger Lewin, Darwinizm'in,
hayatın tarihi hakkındaki tüm varsayımlarını çökerten bu olağanüstü durumdan
şöyle söz eder:
"Hayvanların tüm tarihindeki en
önemli evrimsel olay" olarak tanımlanan Kambriyen Patlaması, daha sonra da
varlıklarını koruyacak olan bütün temel vücut formlarını (filumları) ortaya
koymuştur. Bunların bir kısmının daha sonra soyları tükenmiştir. Bazı
tahminler, şu anda var olan 30 farklı hayvan filumu ile karşılaştırıldığında,
Kambriyen Patlamasının yaklaşık 100 kadar farklı filumu ortaya çıkardığı
yönündedir.11
Paleontologlar James Valentine, Stanley
Avramik, Philip Signor ve Peter Sadler ise Kambriyen Patlaması için şu yorumda
bulunurlar:
Fosil kayıtlarında açıkça en dikkate
değer olay, Kambriyen'in başlangıcında günümüzde yaşayan veya soyu tükenmiş
olan birçok filumun aniden ortaya çıkması ve çeşitlenmesidir. Bu daha önce
tahmin edilenden daha ani ve geniş kapsamlıdır.12
Darwin, Türlerin Kökeni'ni
yazarken, Kambriyen'de aniden ortaya çıkan zengin canlı çeşitliliğinin
farkındaydı. Henüz bugünkü kadar açık bir biçimde ortaya çıkmış olmasa da,
Kambriyen devrindeki olağanüstü durum fark edilmişti ve Darwin bunu teorisi
için büyük bir "güçlük" olarak görüyordu. Türlerin Kökeni'nde
şöyle yazmıştı:
Çok daha ciddi bir şekilde ortaya
çıkan ilişkili bir problem daha vardır ki, bu da hayvanlar aleminin temel
sınıflarına ait türlerin bilinen en aşağı tabakalardaki fosil kayalarında
aniden ortaya çıkmasıdır...13
Darwin, Kambriyen'de aniden ortaya çıkan
canlıları evrimsel açıdan açıklamanın tek yolu olarak Kambriyen öncesi dönemi
görüyordu. Eğer Kambriyen öncesi devirde de çok sayıda, birbirinden farklı ve
kompleks canlı grubu varsa, o zaman bunların Kambriyen canlılarının ataları
olduğunu iddia edecekti. Darwin şöyle demişti: "Eğer teori doğruysa, en
alt Kambriyen tabakası tortu bırakmadan önce, yeryüzünün canlılarla dolup
taştığı çok uzun bir süre geçmiş olması kaçınılmazdır."14 Darwin, Kambriyen öncesinde hiçbir canlı kalıntısı bulunmaması
ihtimaline karşı ise, yeryüzündeki fosil kayıtlarının yetersiz olduğunu, yaşlı
tabakaların aşırı sıcak ve basınç nedeniyle fosilleri yok ettiğini öne sürdü.15
Darwin, yetersiz araştırmalara güvenerek, Türlerin
Kökeni'nde bu tür bahaneleri sıralamıştı. Ancak günümüzde fosil kayıtları
ve jeolojik katmanlar yeteri kadar araştırılmış, Kambriyen'den daha eski fosil
yatakları dahi bulunmuştur. Yani günümüzde Kambriyen öncesi dönem hakkındaki
bilgiler, Darwin'in bilgilerine göre çok daha güvenilirdir.
Paleontologlar, Galler, Kanada, Greenland
ve Çin'de çok iyi korunmuş ve oldukça zengin fosil yataklarının bulunduğu
Kambriyen kayalıkları buldular. Yeni bulunan oldukça büyük miktarlardaki
Kambriyen ve Kambriyen öncesi fosilleri Darwin'in sorununu çözmekten çok ona
daha yenilerini kattı. Öyle ki, paleontologların çok büyük bir bölümü, en önde
gelen evrimciler dahi, büyük hayvan gruplarının Kambriyen'in ilk dönemlerinde aniden
ortaya çıktıklarına ve öncelerinin olmadığına ikna oldular. Bu olay evrimci
yayınlarda dahi "Kambriyen Patlaması" veya
"biyolojinin Big Bang'i (büyük patlaması)" olarak anılmaya
başlandı.
Kambriyen
Patlamasına Karşı Darwinizm'i Kurtarma Çabaları
Darwin, Kambriyen döneminde hayvan
fosillerinin aniden ortaya çıktığını bilmesine rağmen, 1980 yılına kadar bu
konunun önemi ve çapı tam anlaşılamadı. Ancak daha önce Kanada'nın British
Columbia eyaletinde yer alan Burgess Shale'de bulunan fosiller, paleontologlar
Harry Whittington, Derek Briggs ve Simon Conway Morris tarafından tekrar analiz
edildiklerinde, Kambriyen Patlamasının önemi ortaya çıktı. 1980'ler aynı
zamanda Burgess Shale'e benzeyen iki yeni fosil bölgesinin daha keşfedildiği
bir dönem oldu: Kuzey Greenland'de Sirius Passet ve Güney Çin'de Chengjiang.
Tüm bu bölgelerde Kambriyen döneminde ortaya çıkan çok farklı canlıların
fosilleri bulundu. Chengjiang fosilleri bunların arasında en eskileri ve en iyi
korunmuşlarıdır; ayrıca ilk omurgalıları da içermektedir.
Ünlü bilim dergisi Trends in Genetics (TIG),
Şubat 1999 tarihli sayısında bu konuyu ele almış ve Burgess Shale'deki fosil
bulgularının evrim teorisine göre bir türlü açıklanamadığını kabul etmiştir:
Küçük bir mekanda bulunmuş olan bu
fosillerin, evrim biyolojisindeki bu büyük sorunla ilgili hararetli tartışmanın
tam merkezinde yer alması oldukça garip gözükebilir. Fakat bu tartışmalara
neden olan şey, Kambriyen devrinde yaşayan hayvanların fosil kayıtlarında
şaşırtıcı bir bollukta ve birdenbire belirmeleridir. Radyometrik
tarihlendirmelerin daha kesin sonuçları ya da giderek artan yeni fosil
bulguları ise, sadece bu biyolojik devrimin aniliğini ve alanını
keskinleştirmiştir. Yeryüzünün yaşam potasındaki bu değişimin büyüklüğü bir
açıklama gerektirmektedir. Şu ana kadar birçok tez ileri sürülmüş olsa da,
genel fikir hiçbirinin ikna edici olmadığıdır. 16
"Hiçbiri ikna edici olmayan" bu
fikirler, evrimci paleontologlara aittir. Evrimci paleontologlar, evrim
teorisini Kambriyen Patlaması karşısında koruyabilmek için zorlama bahaneler
öne sürmekte, ancak bunları birbirlerine dahi kabul ettirememektedirler.
*Fosil
kayıtlarının yetersiz ve parça parça olduğu bahanesi
Evrimcilerin Kambriyen Patlamasına karşı
öne sürdükleri ilk bahane fosil kayıtlarının eksik olduğu iddiasıdır. Bu
eksiklik nedeni ile Kambriyen öncesindeki canlıların fosillerine
ulaşılamadığını ve bu nedenle sanki canlılar bir anda ortaya çıkmış gibi bir
görünüm olduğunu öne sürerler.
Oysa fosil kayıtları evrimcilerin iddia
ettikleri gibi eksik değildir. Günümüzde, Kambriyen öncesinin son dönemlerine
ve Kambriyen'e ait birçok tabaka keşfedilmiştir. Ve paleontologlar, eğer
Kambriyen canlılarının ataları Kambriyen öncesinde var olsaydı bunları bulmuş
olacağımıza ikna olmuşlardır. California Üniversitesi'nden ve Smithsonian
Enstitüsü'nden paleobiyologlar James Valentine ve Douglas Erwin'e göre,
Kambriyen dönemine ait fosil kayıtları, benzer özellik ve zaman aralığına sahip
daha yakın fosil tabakalarında olduğu kadar tamdır.
Valentine ve Erwin buna rağmen
"ataların veya ara geçişlerin" bilinmediğini belirterek şu sonuca
varmaktadırlar: "Patlama gerçek; fosil kayıtlarındaki eksikliklerle
örtülemeyecek kadar büyük." 17
İngiliz jeologlar M. J. Benton, M. A.
Wills ve R. Hitchin ise Şubat 2000'de yazdıkları bir yazıda, "Fosil
kayıtlarının ilk başlarının tamam olmadığı açık, ancak yaşamın tarihini anlamak
için yeterli." 18 diyerek, fosil
kayıtlarının eksik olduğunu ileri sürmenin bir bahane olamayacağını açıklamış
oluyorlardı.
*Küçük ve yumuşak canlılar fosil bırakmadılar
bahanesi
Evrimcilerin Kambriyen Patlaması ile
ilgili diğer bahanesi de aynı şekilde geçersizdir. Bu ikinci bahaneye göre,
hayvan filumlarının atalarının Kambriyen öncesinde bulunmayışının nedeni, çok
küçük ve yumuşak vücutlu olmaları ve bu nedenle fosil bırakmamalarıdır. Ancak
bu bahane geçerli değildir, çünkü yumuşak vücutlu canlılara ait pek çok fosil
vardır. Örneğin, Avustralya'daki Ediacara Tepelerindeki fosillerin tamamına
yakını yumuşak vücutlu canlılara aittir. Simon Conway Morris, 1998 yılında
yayınlanan The Crucible of Creation adlı kitabında
"Ediacara organizmalarında iskelet gibi sert yapıların olduğuna dair
hiçbir delil yoktur. Ediacara fosilleri yumuşak vücutlu gibi
görünüyorlar." diye yazar. 19 Aynı durum Kambriyen döneminde bulunan bazı fosiller için de
geçerlidir. Örneğin Burgess Shale'de yumuşak dokulu canlıların birçok fosili
bulunmaktadır. Conway Morris'e göre "bu ender bulunur fosiller sadece
canlıların genel hatlarını değil bazen bağırsak veya kaslar gibi iç organlarını
dahi göstermektedir." 20
Fosilleşmenin çok da zor bir süreç
olmadığını belirtmek açısından, "bakteri fosilleri" bile bulunduğunu
hatırlatmak gerekir: 3 milyar yıldan daha yaşlı kayalıklarda çok küçük
bakterilerin mikrofosilleri bulunmuştur.
Görüldüğü gibi, Kambriyen Patlamasında
ortaya çıkan canlıların Kambriyen öncesinde evrimsel atalarının bulunmamasının
nedeni, bu canlıların yumuşak dokulu olmaları değildir. Jeolog William
Schopf'un 1994 yılında yazdığı gibi, "Yaşamın erken tarihi ile ilgili
sadece bir kanıt kaynağı var – Prekambriyen (Kambriyen öncesi) fosil kayıtları;
bu kanıt bulunmadan önce, bazı evrimciler tarafından yapılan spekülasyonların
asılsız olduğu ortaya çıktı. Bu spekülasyonlardan biri de uzun süre gündemde
kalan Prekambriyen organizmalarının jeolojik yapılarda korunamayacak kadar
küçük veya narin oldukları düşüncesiydi." Schopf'a göre bu görüş artık
yanlış olarak kabul edilmektedir. 21
Sonuç olarak, evrimciler Kambriyen
Patlamasına hiçbir evrimci bahane bulamamaktadırlar. Canlıların yeryüzünde
ortaya çıkışı çok açık olarak evrim teorisinin doğru olmadığını
ispatlamaktadır.
Kambriyen
Patlaması Allah'ın Yaratışının Bir Delilidir
Kambriyen Patlaması incelendikçe, bunun
evrim teorisi için ne kadar büyük bir çıkmaz olduğu daha açık ortaya
çıkmaktadır. Son yılların bulguları, en temel hayvan sınıflamaları olan
filumların neredeyse tamamının Kambriyen devrinde aniden ortaya çıktıklarını
yani Allah tarafından yaratıldıklarını göstermektedir. Science
dergisinde yayınlanan 2001 yılına ait bir makalede, "Yaklaşık 545
milyon yıl önce yaşanan Kambriyen devrinin başlangıcı, bugün hala canlı dünyaya
hakim olan neredeyse tüm hayvan tiplerinin (filumların) fosil kayıtlarında
aniden ortaya çıkışına sahne oldu." denilmektedir.22 Aynı makalede, böylesine kompleks ve birbirinden tamamen farklı
canlı gruplarının evrim teorisine göre açıklanabilmesi için, önceki devirlere
ait çok zengin ve aşamalı bir gelişimi gösteren fosil yatakları bulunması
gerektiği, ama bunun söz konusu olmadığı şöyle açıklanmaktadır: "Bu
farklılaşmalı evrim ve yayılış da, kendisinden daha önce yaşamış olması gereken
bir grubun varlığını gerektirir, ama buna dair bir fosil kanıtı yoktur."23
Kambriyen devri fosillerinin ortaya
koyduğu bu tablo, evrim teorisinin varsayımlarını reddederken, bir yandan da
canlıları Yüce Allah’ın yarattığını gösteren çok önemli bir delildir. Evrimci
biyolog Douglas Futuyma, bu gerçeği şöyle açıklar:
Canlılar dünya üzerinde ya tamamen
mükemmel ve eksiksiz bir biçimde ortaya çıkmışlardır ya da kendilerinden önce
var olan bazı canlı türlerinden evrimleşerek meydana gelmişlerdir. Eğer
eksiksiz ve mükemmel bir biçimde ortaya çıkmışlarsa, o halde üstün bir Akıl
tarafından yaratılmış olmaları gerekir.24
Görüldüğü gibi fosil kayıtları,
canlıların, evrim teorisinin iddia ettiği gibi ilkelden gelişmişe doğru bir
süreç izlediklerini değil, bir anda ve en mükemmel halde ortaya çıktıklarını
göstermektedir. Bu ise, canlılığın bilinçsiz doğal süreçlerle değil,
yaratılışla var olduğuna kanıt oluşturmaktadır. New York State Üniversitesi'nden
ekoloji ve evrim profesörü Jeffrey S. Levinton, Scientific American dergisine
yazdığı "Hayvan Evriminin Big Bang'i" başlıklı bir makalesinde bu
gerçeği kabul etmekte ve "Kambriyen devrinde çok özel ve gizemli bir
Yaratıcı gücün varlığını görüyoruz" demektedir.25
Canlı Gruplarının Aniden Ortaya Çıkışı
Evrimciler, balıkların pikaia gibi
omurgasız deniz canlılarından, amfibiyenlerin ve günümüz balıklarının
"atasal" bir balıktan, sürüngenlerin amfibiyenlerden, kuşların ve
memelilerin ayrı ayrı sürüngenlerden ve en son olarak insanların ve günümüz
maymunlarının ortak bir atadan evrimleştiklerini iddia ederler. Bu iddialarını
bilimsel olarak ispatlayabilmeleri içinse, bu türler arasında dönüşüm olduğunu
gösteren ara geçiş canlılarının fosillerini göstermeleri gerekir. Ancak, daha
önce de belirtildiği gibi bu hayali canlılardan eser yoktur. Evrimciler, bu
nedenle bazı canlıların fosillerini taraflı olarak yorumlar ve bu fosilleri ara
geçiş formları olarak tanıtırlar. Ne var ki bu "zoraki ara geçiş
formları" evrimcilerin kendi aralarında dahi ihtilaf konusudur ve bugüne
kadar ihtilafsız olarak kabul edilmiş gerçek bir ara geçiş formu bulunmamıştır.
Bunlar aslında geçiş formları değildirler. Ancak evrimciler böyle bir sıralama
yapmak zorunda oldukları için, buldukları fosillerden bazılarını ara geçiş
formu gibi yorumlarlar. Amerikan Doğa Tarihi Müzesi'nden Gareth Nelson
evrimcilerin "keyfi" evrimsel ata seçimleri için şunları söyler:
Bazı atalar bulmamız gerekiyor.
Şunları seçelim. Neden? Çünkü bu ataların olması gerektiğini biliyoruz ve
bunlar en iyi adaylar. Genellikle işler böyle yürüyor. Abartmıyorum.26
Bu bölümde, canlı türlerinin
birbirlerinden bağımsız olarak yeryüzünde ortaya çıktıklarını, evrimcilerin
iddia ettikleri gibi birbirlerinden evrimleşmediklerini bilimsel delilleri ile
inceleyeceğiz.
Balıkların Gerçek Kökeni
Evrimcilerin iddialarına göre, ilk
omurgalı olan balıkların ataları omurgasız canlılardır. Ancak dışında sert bir
kabuğu olan, kemiği, omurgası olmayan bu canlıların nasıl olup da, omurgalı,
omurilikli canlılara dönüştükleri evrimcilerin cevaplayamadıkları ve delil
bulamadıkları bir sorudur. Çünkü bu canlılar o kadar büyük değişiklikler
geçirmelidirler ki, dışlarındaki sert kabuk yok olurken, içlerinde iskelet
oluşmaya başlasın. Böyle bir dönüşüm içinse, her iki tür arasında çok fazla
sayıda ara geçiş formu bulunması gerekir. Oysa, evrimcilerin omurgasız
canlılarla omurgalılar arasında ara form olarak gösterebildikleri bir tek fosil
dahi bulunmamaktadır.
Evrim teorisi, pikaia gibi ilk
kordalıların zamanla balıklara dönüştüğünü varsayar. Bu iddia özellikle 90'lı
yıllarda evrimciler tarafından sıkça dile getirilmiş, çağdaş Darwinizm'in en
önde gelen savunucularından biri olan Stephen Jay Gould, pikaia'yı
"hepimizin atası" olarak ilan etmişti. Bu iddia, Kambriyen devirde
omurgalıların var olmadığı varsayımına dayanıyordu. Bilinen en eski
"kordalı", yani merkezi bir sinir ağı kolonuna sahip canlı olan pikaia
ise Kambriyen devirde ortaya çıkmıştı ve sonraki devirlerde beliren balıkların
atası gibi gösterilmesi, fosil kayıtlarına uygun bir iddia gibi gözüküyordu.
Oysa 1999 yılında elde edilen bir bulgu,
Kambriyen devirle ilgili olarak evrimcilerin öne sürdükleri bu tezi yıktı:
Çünkü pikaia ile aynı dönemde, onun sözde torunları olan balıkların da
var olduğu ortaya çıktı.
Söz konusu bulgu Çin'den geldi: Çin'in
Yunnan bölgesinde kazı yapan paleontologlar 530 milyon yıllık balık fosilleri
buldular. Ünlü paleontolog Richard Monestarsky tarafından "Waking Up to
the Dawn of Vertebrates" (Omurgalıların Ortaya Çıkışına Uyanış) başlığıyla
yazılan bir haberde, Haikouichthys ercaicunensis ve Myllokunmingia
fengjiaoa olarak adlandırılan bu iki ayrı balık türü hakkında şu yorumu
yapıyordu:
Paleontologlar omurgalıları uzun
zamandan beri evrim tarihine, ilk baştaki patlama ve heyecan dindikten sonra
katılan bir grup olarak kabul edegelmişlerdir. Ancak Çinli paleontologlar, omurgalıların
kökenini, neredeyse tüm diğer hayvan gruplarının fosil kayıtlarının ortaya
çıktığı güçlü biyolojik patlamaya kadar götüren iki balık fosili buldular.
Yunnan bölgesindeki 530 milyon yıllık kayalar içinde saklı olan bu kalıntılar
bilinen en eski balıklara aitler ve bilinen diğer en eski omurgalı fosillerden
en az 30 milyon yıl daha yaşlılar.27
Kambriyen devirde omurgalıların da var
olduğunun anlaşılmasıyla birlikte, artık evrim teorisinin "hayat
ağacı"nın hiçbir ciddiye alınır yanı kalmamıştır. Omurgalılar da dahil
olmak üzere tüm temel canlı kategorileri aynı jeolojik dönemde ortaya çıktığına
göre, "ortak atadan evrimleşme"den söz edilemeyeceği ortadadır.
Balıkların diğer tüm kompleks canlı
gruplarıyla aynı anda ortaya çıkmış olması, başka bir türden
evrimleşmediklerini, birdenbire yaratıldıklarını göstermektedir. Nitekim
Kambriyen devri sonrasında da, tüm farklı balık kategorileri, fosil
kayıtlarında bir anda ve hiçbir ataları olmadan ortaya çıkarlar.
Balıklardan Amfibiyenlere
Evrimcilerin iddiasına göre kara
canlılarının atası bir balık türüdür. Evrimciler hala tespit edemedikleri bu
hayali balık türünün, kuraklık sonucunda çamurda yürümek ve yaşamak zorunda
kaldığını, bunun için yüzgeçlerinin ayaklara, solungaçlarının akciğere
evrimleştiğini, vücut atıklarını arıtmak için böbreklere sahip olduğunu,
derisinin sıvı kaybetmeyi önleyecek özellikler kazandığını ve böylece ilk amfibiyenlerin
ortaya çıktığını öne sürmektedirler. Bir balık tüm bu değişimleri, hatta çok
daha fazlasını geçirmedikçe karada yaşamaya uygun hale gelemeyecek, en fazla
birkaç dakika içinde ölecektir.
Evrimcilerin amfibiyenlerin atası olarak
gösterdikleri üç farklı balık türü vardır. Bunlardan biri ünlü yaşayan fosil Cœlacanth'tır.
Bu balık türü yüzgeçlerinin kalınlığı ve kemikli oluşu gibi bazı yapılarından
dolayı yıllarca amfibiyenlerin atası olarak tanıtılmıştır. Ancak 1938 yılında
Hint Okyanusu'nda canlısının yakalanmasıyla, evrimcilerin bu balık üzerinde
yaptıkları spekülasyonların geçersiz olduğu anlaşılmıştır. Sonraki yıllarda da
200 kadar daha canlı Cœlacanth yakalanmıştır. Canlı Cœlacanth'ın
incelenmesiyle bu balığın yumuşak anatomisinin amfibiyenlere benzemediği,
karaya çıkmak üzere olmadığı, sığ sularda değil derin denizlerde yüzdüğü
görülmüştür. (Detaylı bilgi için bkz. Sahte Ara Formlar Bölümü).
Günümüz evrimcilerinin büyük bir
çoğunluğunun amfibiyenlerin atası olarak gösterdikleri bir diğer balık grubu
ise Rhipidistia takımından balıklardır. Bu balıkların yüzgeçlerinde, Cœlacanth'ta
olduğu gibi kalın bir doku ve kemikler bulunmaktadır. Evrimciler ise bu farklı
yapılardan dolayı, bu canlıda ayaklar oluşmaya başladığını iddia etmektedirler.
Oysa, bu yapıların kara canlılarının ön ve arka ayakları ile hiçbir benzerliği
bulunmamaktadır. Ayrıca, Cœlacanth'ta olduğu gibi canlının yüzgecinin
sert kısımları kaslarına gevşekçe bağlanmıştır. Bu ise vücudun ağırlığını
taşımaya destek verecek şekilde omurgaya bağlı olmadığını gösterir. Yani, bu
balıkların yüzgeçlerinde, kara canlıların ayaklarına benzeyen hiçbir özellik
bulunmamaktadır. Ayrıca fosil kayıtlarında bulunan en eski amfibiyende leğen ve
omuzlar geniş ve güçlüdür. Bunlar, balıklarda bulunmayan özelliklerdir ve
evrimcilerin öne sürdükleri sözde atalarda bu tür yapıların gelişimine dair
hiçbir iz bulunmamaktadır.
Evrimcilerin üçüncü "amfibiyen
atası" adayları ise, akciğerli balıklardır (Dipnoi takımından). Bu
balıklar solungaçlarının yanısıra yüzeye çıkarak hava soluyabilirler. Ancak
sahip oldukları akciğer yapısının kara canlılarının akciğerleri ile hiçbir
benzerliği bulunmamaktadır. Bu balığın iskelet yapısı da amfibiyenlerden çok
farklıdır. Örneğin balığın yüzgeç yapısında ayaklara dair hiçbir iz yoktur.
Sadece omurganın değil iç organlarının yapısı da oldukça farlıdır. Bu nedenle
bu balıkların amfibiyenlere evrimleşebilmesi için çok büyük değişiklikler
geçirmeleri gerekmektedir. Örneğin leğen kemeri oluşurken, solungaçların gerçek
akciğerlere ve kulaklarla gözlerin kuru havada işleyebilecek yapılara
dönüşmeleri gerekmektedir.
Evrimciler amfibiyenlerin sözde atası
olarak hangi balık türünü kabul ederlerse etsinler, bir balığın amfibiyene
dönüşebilmesi için geçirmesi gereken değişiklikler çok fazla sayıdadır.
Dolayısıyla iki türün arasında birçok ara form bulunması gerekir; yarı
yüzgeçli- yarı ayaklı, yarı solungaçlı-yarı akciğerli, yarı böbrekli vb. garip
canlıların yaşamış olması ve bu canlıların sayılarının milyonlarca olması
gerekir. Ancak, fosil kayıtlarında bu tür canlıların bir tanesine dahi
rastlanmamıştır. Tüm dünyada 100 milyonu aşkın fosilin arasında tam balıklar,
tam amfibiyenler vardır, ancak bu tür ara geçiş formları bulunmamaktadır. Bu
evrimcilerin de kabul ettiği ve evrim teorisini yalanlayan bir gerçektir.
Örneğin MIT'den profesör Robert Wesson,
amfibiyenlerin fosil kayıtlarında aniden belirdiklerini ve balıklardan
amfibiyenlere geçişi gösteren bir delil olmadığını şöyle açıklar:
Bir balığın amfibiyene dönüşürken
hangi aşamalardan geçtiği bilinmiyor. İlk amfibiyenlerle bazı kemikli
yüzgeçleri olan belli (rhipidistian) balıklar arasında benzerlikler var. Ancak
en erken kara hayvanları, dört iyi ayak, omuz ve leğen kemeri, kaburga
kemikleri, ve farklı kafa yapıları ile ortaya çıkarlar... 320 milyon yıl önce,
birkaç milyon yıl içinde bir düzine amfibiyen takımı kayıtlarda aniden
beliriyorlar ve açıkça hiçbiri diğerinin atası değil. 28
Wesson'ın da belirttiği gibi, kara
canlıları fosil kayıtlarında 4 sağlam ayakları, omuzları, kaburgaları ve diğer
kara canlılarına has özellikleri ile aniden belirmektedirler. Bu canlıların
evrimsel atası olarak gösterilebilecek hiçbir fosil bulunmamaktadır. Aynı
gerçeği Oxford Üniversitesi'nden doğa tarihi profesörü Keith Stewart Thomson
şöyle ifade etmektedir:
Balıklarla Tetrapodlar (dört ayaklı
kara canlıları) arasında hala gerçek ara form fosillerine sahip olmamamıza
rağmen, Tetrapodların atası olması gereken balık grubunun özellikleri hakkında
oldukça gürültülü bir şekilde tartışma özgürlüğüne sahibiz. 29
Amfibiyenlerden Sürüngenlere
Darwinist iddiaya göre, kaplumbağa,
timsah, kertenkele, yılan gibi sürüngenler amfibiyenlerden evrimleşmişlerdir.
Amfibiyenler ve sürüngenler birçok açıdan çok farklı özelliklere sahiptirler.
İki canlı grubu arasındaki en belirgin farklılıklardan biri yumurta
yapılarıdır. Amfibiyenler yumurtalarını suya bıraktıkları için yumurtalar suda
gelişmeye uygun bir yapıya sahiptirler. Geçirgen ve şeffaf bir zarları ve
jölemsi yapıları vardır. Sürüngenlerin yumurtalarının yapısı ise kara iklimine
uygun olarak yaratılmıştır. "Amniotik yumurta" olarak da bilinen
sürüngen yumurtasının sert kabuğu hava geçirir, ama su geçirmez. Bu sayede
yavrunun ihtiyaç duyduğu sıvı, o yumurtadan çıkıncaya kadar saklanır.
Amfibiyen yumurtaları eğer karaya bırakılacak
olsa, kısa zamanda kuruyacak ve içindeki embriyolar da ölecektir. Bu durum,
sürüngenlerin kademeli olarak amfibiyenlerden evrimleştiklerini öne süren evrim
teorisi açısından açıklanamayan bir sorundur. Çünkü karada yaşam başlayacaksa,
amfibiyen yumurtasının tek bir nesil içinde amniotik yumurtaya dönüşmesi
zorunludur. Bunun evrim mekanizmaları olarak öne sürülen doğal
seleksiyon-mutasyon tarafından nasıl yapılmış olabileceği açıklanamamaktadır.
Öte yandan, fosil kayıtları da
sürüngenlerin kökenini evrimci bir açıklamadan yoksun bırakmaktadır. Ünlü
evrimci paleontolog Robert L. Carroll,
"Sürüngenlerin Kökeni Sorunu" başlıklı bir makalesinde bu gerçeği
şöyle kabul eder:
Ne yazık ki sürüngenlerin ortaya
çıkışı öncesinde var olan tek bir sürüngen atası örneği yoktur. Bu ara
formların olmayışı, amfibiyen-sürüngen geçişi hakkındaki çoğu problemi çözümsüz
bırakmaktadır.30
Omurgalı paleontolojisi konusunda otorite
sayılan Robert Carroll ise "en erken sürüngenlerin, tüm amfibiyenlerden
çok farklı olduklarını ve atalarının hala belirlenemediğini" kabul
etmek zorunda kalır.31 Aynı gerçek Stephen
Jay Gould tarafından da kabul edilmekte ve Gould, "hiçbir fosil
amfibiyen, tümüyle karada yaşayan omurgalıların (sürüngen, kuş ve
memelilerin) atası olarak görünmüyor" demektedir.32
Şimdiye dek "sürüngenlerin
atası" olarak gösterilmeye çalışılan en önemli canlı ise, Seymouria
adlı amfibiyen türü olmuştur. Oysa Seymouria'nın bir ara form
olamayacağı, Seymouria'nın yeryüzünde ilk kez ortaya çıkışından 30
milyon yıl öncesinde de sürüngenlerin yaşadıklarının bulunmasıyla ortaya
çıkmıştır. En eski Seymouria fosilleri, Alt Permiyen tabakasına, yani
bundan 280 milyon yıl öncesine aittir. Oysa bilinen en eski sürüngen türleri
olan Hylonomus ve Paleothyris, Alt Pensilvanyen tabakalarında
bulunmuşlardır ki, bu tabakalar 330-315 milyon yıl öncesine aittir.33 Bu durumda "sürüngenlerin atası"nın, evrimcilerin iddia
ettikleri gibi sürüngenlerden çok sonra yaşamış olması elbette imkansızdır.
Kısacası bilimsel bulgular, sürüngenlerin
yeryüzünde evrim teorisinin öne sürdüğü gibi kademeli bir gelişimle değil,
hiçbir ataları olmadan bir anda ortaya çıktıklarını göstermektedir.
Deniz Sürüngenlerinin Gerçek Kökeni
Deniz sürüngenleri de, evrimcilerin
kökenini açıklayamadıkları bir başka canlı grubudur. Günümüzde deniz
kaplumbağaları bu grubun bir üyesi olarak yaşamaktadır. Bilinen en önemli deniz
sürüngeni ise, Ichthyosaur olarak adlandırılan soyu tükenmiş canlıdır.
Evrimciler bu canlının karada yaşayan sürüngenlerden evrimleştiğini öne
sürerler. Ancak bunun nasıl gerçekleştiğini açıklayamaz ve fosil kayıtlarından
delil de sunamazlar.
Ichthyosaurların
özellikle okyanus açıklarında ve derin sularda yaşayan türleri oldukça kompleks
ve özgün özelliklere sahiptir. Evrimciler ise, karada yaşayan bir sürüngenin,
tesadüfler sonucunda açık ve derin sularda yaşamaya adapte olduğunu öne
sürmektedirler. Bu gerçekleşmesi imkansız bir senaryodur. Omurgalı tarihi
uzmanı Romer, Ichthyosaur'un kendine özgü özelliklerinin ortaya çıkması
için çok uzun bir zaman dilimi gerektiğini, dolayısıyla bu canlıların çok eski
bir kökene sahip olmalarının zorunlu olduğunu belirtir ve sonra bu canlıların
atası olarak kabul edilebilecek hiçbir Permiyen devri sürüngeninin
bilinmediğini kabul eder.34 Romer'ın 60'lı
yıllarda tespit ettiği bu gerçek hala geçerliliğini korumaktadır.
Nisan 2003 tarihli Scientific American
dergisinin özel ekinde yayınlanan "Rulers of the Jurassic Seas"
(Jurasik Denizlerin Hakimi) başlıklı yazıda da Ichthyosaurların sadece
kıyılarda değil okyanus açıklarında yaşam için uygun oldukları belirtilmekte ve
bu nedenle karadan denize geçmek için "aşırı adaptasyonlar"
geçirerek, birçok özelliklerini kaybetmeleri ve yeni özellikler kazanmaları
gerektiği anlatılmaktadır. 35 Bu ise canlının
ortaya çıkışına kadar çok uzun bir dönem geçmesini ve çok fazla sayıda ara form
olmasını zorunlu kılar. Oysa fosil kayıtlarında Ichthyosaurların ataları
olarak kabul edilebilecek ara formlardan eser yoktur. Bulunan fosiller ya kara
sürüngenlerine ya da deniz sürüngenlerine aittir.
Ichthyosaurlar
ile kara canlılarının bazı özelliklerinin kıyaslanması, bu iki canlı türü
arasındaki evrimin ne kadar imkansız olduğunu görmek açısından faydalı
olacaktır:
• Ichthyosaurları, kara
canlılarından ayıran en belirgin özelliklerinden biri yüzmek için kullandıkları
palet benzeri geniş ve yassı ayaklarıdır. Kara canlılarında bu tür yassı bir
ayak yoktur. Birçok sürüngenin ön ayaklarındaki ince kemiklerin aksine, Ichthyosaurların
ön ayak kemikleri kısa ve geniştir. Dahası, ayak kemiklerinin hepsinin şekli
birbirine benzerdir. Diğer dört ayaklı canlıların çoğunda bilekteki kemiklerle
avuç içi kemiklerini ayırt etmek oldukça kolaydır. Daha da önemlisi, Ichthyosaurların
kemikleri aralarında deri olmaksızın birbirine çok yakın olacak şekilde
sıkıştırılmıştır ve böylece sert ve dayanıklı bir levha oluşmuştur. Bütün ayak
parmaklarının tek bir yumuşak doku içine kapatılmış olması hayvanın ayaklarının
sertliğini artırmaktadır. Günümüz balinaları, yunusları, fok balıkları ve deniz
kaplumbağalarında da aynı yapı vardır. Bu tür yumuşak dokular aynı zamanda
palet ayakların hidrodinamik verimliliğini artırmaktadır, çünkü su direncini
azaltacak bir şekle sahiptirler. Eğer parmaklar birbirinden ayrı olsaydı bu
gerçekleşemezdi. Ichthyosaurların bu özgün ayaklarının evrimle nasıl
meydana geldiği sorusu ise cevapsızdır. Ne balıkların yüzgeçlerinden ne de kara
sürüngenlerinin ayaklarından böyle bir ayak yapısına aşamalı geçiş olduğunu
gösteren hiçbir delil yoktur. Ayrıca, Scientific American da bu tür bir
palet ayağa aşamalı ve belli bir sırada geçiş olmadığını kabul etmekte ve şöyle
demektedir:
Aslında Ichthyosaur ayaklarının
analizleri, parmakların kaybolduğu, eklendiği ve bölündüğü çok karmaşık bir
evrimsel süreç ortaya koymaktadır. 36
Görüldüğü gibi, Ichthyosaurların
palet ayaklarının sözde evrimsel tarihi evrimcilerin bekledikleri gibi
süreklilik gösteren bir gelişim göstermemektedir. Ancak Scientific American
tüm diğer evrimciler gibi, bu durumu göz ardı etmekte ve klasik evrimci
demagojisi ile okuyucuların da gerçekleri göz ardı etmelerini sağlamak için
şöyle demektedir:
Söylemeye gerek yok, evrim her zaman
bir özellikten diğerine devamlı ve tek bir yöne doğru yol izlemez.37
İşte evrimciler "evrimsel
beklentilerini" bulamayınca bu tür açıklamalar yaparak, teorilerini
kurtarmaya çalışırlar. Oysa, fosil kayıtlarından elde edilen bulgular ortada
bir evrim olmadığını açıkça göstermektedir.
• Sürüngenlerle Ichthyosaurlar
arasındaki bir diğer fark vücutlarının önündeki omurgaların sayısıdır.
Sürüngenlerin vücutlarının ön kısmında sadece 20 kadar omurga varken, Ichthyosaurlarda
40 kadar omurga vardır. Yani sözde evrim sürecinde bu canlılara isabet eden
mutasyonların, diğer değişikliklerin yanısıra bu canlılara 20 omurga daha
eklemiş olması gerekmektedir. Yine, tahmin edilebileceği gibi, omurga sayısı
açısından da ara geçiş formu oluşturabilecek sürüngelerin (örneğin 25, 30 veya
35 omurgalı canlıların) fosillerinden eser yoktur.
• Açık okyanuslarda avlanan hayvanların,
çok az av bulabildikleri için enerji açısından çok verimli bir yüzüş şekline
sahip olmaları gerekir. Kuyruğa benzer bir yüzgeç böyle bir yüzüş için
idealdir. Bu tür yüzgeçler kayak gibi salınır ve aynı zamanda canlının seyir
etkinliğini de artırır. Ichthyosaurlarda da bu tür bir yüzgeç
bulunmaktadır. Bu yüzgecin öncülü sayılabilecek hiçbir biyolojik yapıya dair
bir fosil izi ise yoktur.
Görüldüğü gibi balık şekilli Ichthyosaurlar
derin okyanus sularında yaşamak için özel olarak yaratılmış son derece kompleks
özelliklere sahiptirler. Bir kara canlısının bu özelliklere sahip olması için
sayısız isabetli mutasyona maruz kalması gerekir. Oysa tesadüfler, bir canlının
her özelliğini, belli bir ortama uygun olacak şekilde, planlı olarak
değiştiremezler. Tesadüfler bir kara canlısını, ayak parmaklarından
omurgalarına, gözünün yapısından yüzüş şekline kadar nasıl değiştireceklerini,
derin sularda yaşayabileceği şekilde bu canlıyı nasıl tasarlamaları gerektiğini
bilemezler. Tesadüfler bunları başarabilecek bilince ve akla sahip değillerdir.
Nitekim fosil kayıtları da, bu canlıların kademeli tesadüfi değişikliklerle
değil, bir anda, kompleks ve özgün yapılarıyla ortaya çıktıklarını
göstermektedir.
Colbert ve Morales, Evolution of the
Vertebrates (Omurgalıların Evrimi) adlı kitaplarında bu canlıların kökeni
hakkında şunları söylemektedirler:
Deniz memelilerinin pek çok yönden en
özelleşmiş türü olan Ichthyosaur, erken Triasik devrinde ortaya çıkmıştır.
Sürüngenlerin jeoloji tarihine girişleri son derece ani ve dramatik bir şekilde
olmuştur; Triasik öncesi devirlere ait fosil yataklarında, Ichthyosaurların muhtemel
atalarına ait hiçbir iz yoktur... Ichthyosaur ilişkileri hakkındaki en
temel sorun, bu sürüngenleri bilinen başka herhangi bir sürüngen takımına
bağlayabilecek hiçbir sonuca götürücü delilin bulunamayışıdır.38
Omurgalı paleontoloğu Chris McGowan ise, Ichthyosaurların
hiçbir evrimsel ataları olmadan fosil kayıtlarında aniden belirdiklerini şöyle
ifade eder:
Ichthyosaurların gökten düştüklerini
öne sürdüm. Utanç verici gerçek şu ki, Ichthyosaurların ataları hala bulunamadı.
Bu durum, paleontologların spekülasyonda bulunmalarına engel olmadı, sürüngen
gruplarının çoğu zaman, zaman olası Ichthyosaur atası olarak tanıtıldı.39
Evrimci McGowan'ın açık yüreklilikle
itiraf ettiği gibi, delil olmaması evrimcilerin deniz sürüngenlerinin kökeni
için uydurma atalar üretmelerine engel olmamaktadır. Ancak evrimci
spekülasyonlar, gerçekleri örtbas etmeye yetmemektedir. Çok açıktır ki, tüm
diğer canlılar gibi deniz sürüngenleri de yaratılmışlardır, bu nedenle fosil
kayıtlarında "atalarına" ait fosiller bulunamamaktadır.
Memelilerin Gerçek Kökeni
Evrim teorisine göre bazı sürüngenler
kuşlara, bazıları da memelilere evrimleşmiştir. Ancak, memelilerle sürüngenler
arasında çok büyük farklılıklar vardır. Örneğin sürüngenler soğukkanlıdır, sert
kabuklu yumurtalar yumurtlayarak çoğalırlar. Vücutları pullarla kaplıdır. Tüm
sürüngenlerin alt çenelerinde yedi kemik vardır. Kulaklarında ise birer kemik
bulunur. Memeliler ise sıcakkanlıdır, yavrularını doğururlar, süt bezleri ve
tüyleri vardır. Tek alt çene kemikleri vardır ve her iki kulaklarında çekiç,
üzengi ve örs olarak adlandırılan üç kemikleri bulunur. Eğer, memelilerin son
derece kompleks ve iç içe geçmiş sistem ve yapıları mutasyonlar sonucunda
sürüngenlerden evrimleşmiş ise, fosil kayıtlarında bu geçişi gösteren çok fazla
sayıda fosil olmalıdır. Örneğin süt bezleri yarım oluşmuş, derisinde yarı
pullar-yarı tüyler olan, bacaklarının bir kısmı daha uzamış, bir kısmı hala
sürüngen bacağı gibi daha kısa ve benzeri yarım, tamamlanmamış özelliklere
sahip canlıların fosillerine yeryüzü tabakalarında mutlaka rastlamamız
gerekirdi. Ancak böyle tek bir fosil bile yoktur. Çünkü bu tür canlılar tarih
boyunca hiçbir zaman yaşamamışlardır; yaşamış olsalardı fosillerini bulunurdu.
Ayrıca, atlardan insanlara, sincaplardan
fillere kadar çok fazla memeli türü ve cinsi vardır. Bu türlerin hepsinin
sürüngenlerden evrimleştikleri öne sürülmektedir. Memelilerin ortaya çıkışının
ise 100 milyon yıl sürdüğü iddia edilmektedir. Dolayısıyla, bu kadar uzun bir
süre içinde, çok fazla sayıda türün oluşabilmesi için, milyonlarca ara form
fosilinin bulunmuş olması gerekir. Ancak evrimcilerin bulmayı umdukları ara
formların bir tanesine dahi fosil kayıtlarında rastlanmamıştır. Evrimciler
sadece Therapsida takımına ait ve "memeli benzeri sürüngenler"
olarak da bilinen grubun fosillerini sürüngenlerle memeliler arasındaki ara
form olarak gösterirler. Ancak SAHTE ARA FORMLAR bölümünde ayrıntıları ile
inceleneceği gibi bu iddiaları geçersizdir.
Memelilerin atası olarak gösterilen
"memeli benzeri sürüngenlerin" soyu tükenmiştir ve bu canlılar fosil
kayıtlarında aniden belirir ve aniden yok olurlar.
Memeli benzeri sürüngenlerin soylarının
tükenmiş olması evrimcilere bu canlıların fosilleri üzerinde istedikleri gibi
spekülasyon yapma imkanı tanımaktadır. Oysa, sadece birkaç kemiğe bakarak,
türler arasında benzerlik kurmak güvenilir bir yöntem değildir. Bazı evrimciler
iskeletleri arasında benzerlik olan canlıların yumuşak dokularının da benzer
olduğu yanılgısına düşerler. Michael Denton evrimcilerin bu yanılgısı hakkında
şu açıklamayı yapar:
... İskeletleri açısından birbirine
çok yakın gibi görünen fosil canlıların aslında tüm biyolojileri gözönünde
bulundurulduğunda birbirlerine uzak oldukları görülür – plasentalı ve keseli
köpeklerde olduğu gibi. Dahası, memeli benzeri sürüngenler gibi hiçbir
temsilcisi kalmamış olan grupların yumuşak biyolojilerinin, bilinen sürüngen
veya memelilerden tamamen farklı olma olasılığı vardır. Bu ise onların
potansiyel memeli atası olma olasılıklarını tamamen ortadan kaldırmaktadır.
Aynı, canlı Cœlacanth'ın bulunmasıyla, yumuşak anatomisindeki beklenmeyen ve
Rhipidistian akrabalarının atasal statülerine şüphe düşüren özelliklerin ortaya
çıkması gibi.40
Memeli benzeri sürüngenlerin beyinlerinin
incelenmesi sonucunda, bu canlıların memeli özellikleri göstermedikleri,
tamamen sürüngenlere benzedikleri sonucu elde edilmiştir. Memeliler, beyin
büyüklükleri ile tüm sürüngenlerden (ve "memeli benzeri
sürügenlerden") ayrılmaktadırlar:
... Benzer faktörler memeli benzeri
sürüngenler gibi diğer klasik geçiş gruplarının da statülerini gölgelemektedir.
Memeli benzeri sürüngenlerin anatomileri ve fizyolojilerinin tamamen
sürüngen olma olasılığı göz ardı edilemez. Yumuşak biyolojileri ile ilgili
elimizdeki tek delil kafatası iç yapılarıdır. Ve bunlar sinir sistemleri
açısından tamamen sürüngen olduklarını ortaya koymaktadır. Kafatası iç
yapılarını inceleme konusunda diğer otoritelerden daha tecrübeli olan Jerison,
memeli benzeri sürüngenlerin beyinleri hakkında şu yorumu yapar: "...bu
hayvanların beyinleri tipik daha aşağı omurgalı beynidir...". Kafatası iç
yapıları beklenen beyin ölçülerinin hacmine çok yakın olduğu ve bunlar beyin
ölçüsündeki maksimum limiti gösterdiği için, memeli benzeri sürüngenlerin memelilere
yakın ölçülerde beyinleri olması mümkün değildir... Kısacası memeli benzeri
sürüngenler beyinleri açısından memelilere değil, sürüngenlere
benzemektedirler..."
Memeli benzeri sürüngenlerin
beyinlerinde memelilere benzer özellikler olması ile ilgili aslında az sayıda
iddia bulunmaktadır... Önbeyin, pozisyonu belirlenebildiği ölçüde, sürüngen
ölçülerinde ve şeklindedir. Bilinen en eski memeli fosillerinde ise durum bu
değildir.
Hakkında ikna edici bir delili olan
ilk memeli –yani Üst Jurasik döneminden Triconodon–böcek yiyen hayvanlar veya
Virjinya Opossumu (küçük bir memeli türü) gibi günümüzde yaşayan
"ilkel" memelilerle aynı seviyedeydi. Kesinlikle kendisiyle benzer
büyüklüğe sahip sürüngenlerden daha büyük beyinliydi. 41
"Memeli benzeri sürüngenler"
aslında sadece çene eklem yerlerinden dolayı böyle bir benzetmeyle
tanımlanmaktadırlar. Oysa tek bir özellik, böyle bir tanımlama için yeterli
değildir. 42
Bu canlıların üzerinde yapılan incelemeler
de bunların memelilerle bir ilgileri bulunmadığı yönünde sonuç vermektedir.
Örneğin Morganucodon, 1973 yılında Londra Üniversitesi Koleji, zooloji
bölümünden Dr. K. A. Kermack ve başka araştırmacılar tarafından Cynodont,
yani gerçek sürüngen evresini geçmiş bir ara geçiş formu olarak tanıtılmıştı.
Çin'de ve Britanya'nın Galler Bölgesinde birçok Morganucodon parçası
bulundu. Bu, yaklaşık aynı dönemlerde, dünyanın denizle birbirinden ayrılmış
iki ayrı ucunda, aynı geçiş evrelerinin yaşandığını gösteriyordu, ki bu
imkansızdı. Araştırmacılar Morganucodon'un ve daha önce bulunan Kuehneotherium'un
çene kemikleri açısından tam bir sürüngen olduklarını belirttiler. 43
Sürüngenlerle memeliler arasında ara form
oldukları iddia edilen bu canlılar hakkında bir başka sorun ise, zaman ile
ilgilidir. Bu memeli benzeri sürüngenler büyük sürüngen döneminin sonunda değil
başında ortaya çıkmaktadırlar. Bu ise hayali evrim ağacına göre 100 milyon yıl
erken ortaya çıktıkları anlamına gelmektedir.
Tom Kemp, New Scientist
dergisindeki "The Reptiles That Became Mammals" (Memeliye Dönüşen
Sürüngenler), başlıklı evrimci yazısında memeli benzeri sürüngenlerin fosil
kayıtlarında aniden belirdiklerini şöyle kabul etmektedir:
Memeli benzeri sürüngenlerin her türü
fosil kayıtlarında aniden belirirler ve öncelerinde bir ataları yoktur. Bir
süre sonra, aynı şekilde aniden, arkalarında soyları olan bir tür bırakmadan
kaybolurlar.44
Tüm bunlar, sürüngenlerin memelilere
evrimleştiği yönündeki varsayımın hiçbir bilimsel temeli olmadığını
göstermektedir. Evrimci paleontolog Roger Lewin'i, "ilk memeliye nasıl
geçildiği hala bir sırdır" demek zorunda bırakan açmaz, devam
etmektedir.45
Öte yandan, memelilerin kendi içlerindeki
kategorilerin kökeni de evrim teorisi açısından karanlıktadır. Evrimci zoolog
Eric Lombard, Evolution (Evrim) adlı dergide şöyle yazar:
Memeliler sınıfı içinde evrimsel
akrabalık ilişkileri (filogenetik bağlar) kurmak için bilgi arayanlar, hayal
kırıklığına uğrayacaktır.46
Kısacası memelilerin kökeni, diğer canlı
gruplarında olduğu gibi, evrim teorisiyle hiçbir şekilde uyuşturulamamaktadır.
Deniz Memelilerinin Gerçek Kökeni
Balinalar ve yunuslar, aynı karadaki
memeliler gibi doğurdukları, yavrularını emzirdikleri, akciğerle nefes alıp
vücutlarını ısıttıkları için "deniz memelileri" olarak bilinen canlı
grubunu oluştururlar. Deniz memelilerinin kökeni ise, evrimciler tarafından
açıklanması en zor olan konulardan birisidir. Çoğu evrimci kaynakta, ataları
karada yaşayan deniz memelilerinin, uzun bir evrim süreci sonunda deniz
ortamına geçiş yapacak biçimde evrimleştikleri öne sürülür. Buna göre, sözde
ataları olan balıkların "sudan karaya geçiş" süreci yaşadığı
varsayılan deniz memelileri, ikinci bir evrim sürecinin sonucu olarak tekrar su
ortamına dönmüşlerdir. Oysa bu teori hiçbir paleontolojik delile dayanmaz ve
mantıksal yönden de çelişkilidir.
Evrim
teorisinin balinaların kökeni hakkında iddiası, bir "fosiller
dizisine" dayanır. Bir dizi canlı ard arda sıralanmakta ve bunların
"balina evriminin ara formları" olduğu ileri sürülmektedir. Bu
canlıların yaşadıkları jeolojik devre göre sırası, evrimcilere göre, şöyledir:
Pakicetus
(50 milyon yıl önce > Ambulocetus (49 milyon yıl önce) > Rodhocetus
(46.5 milyon yıl önce) > Procetus (45 milyon yıl önce) > Kutchicetus
(43-46 milyon yıl önce) > Dorudon (37 milyon yıl önce) > Basilosaurus
(37 milyon yıl önce) > Aetiocetus (24-26 milyon yıl önce)
Bu şemanın pek çok yanıltıcı özelliği
vardır. Ancak öncelikle en temel olanını açıklayalım. Şemadaki ilk iki canlı,
yani Pakicetus ve Ambulocetus, evrimcilere göre birer
"yürüyen balina"dır, ama gerçekte birer kara memelisi olan bu
canlıları "balina" olarak tanımlamak, tamamen hayali hatta komik bir
iddiadır.
Önce Pakicetus'a bakalım.
Uzun ismi Pakicetus inachus
olan bu soyu tükenmiş memeliye ait fosiller, ilk kez 1983 yılında gündeme
geldi. Fosili bulan P. D. Gingerich ve yardımcıları, canlının sadece kafatasını
bulmuş olmalarına rağmen, hiç çekinmeden onun "ilkel balina" olduğunu
iddia ettiler.
Oysa fosilin "balina" olmakla
yakından-uzaktan bir ilgisi yoktu. İskeleti, bildiğimiz kurtlara benzeyen dört
ayaklı bir yapıydı. Fosilin bulunduğu yer, paslanmış demir cevherlerinin de
bulunduğu ve salyangoz, kaplumbağa veya timsah gibi kara canlılarının da
fosillerini barındıran bir bölgeydi; yani bir deniz yatağı değil kara
parçasıydı.
Peki dört ayaklı bir kara canlısı olan bu
fosil, neden "ilkel balina" olarak ilan edilmişti? Sadece
dişlerindeki ve kulak kemiklerindeki bazı ayrıntılar nedeniyle! Oysa bu
özellikler Pakicetus ile balinalar arasında bir ilişki kurmak için kanıt
olamaz. Canlılar arasında anatomik benzerliklerden yola çıkılarak kurulmak
istenen bu gibi teorik ilişkilerin çoğunun son derece çürük olduğunu evrimciler
de kabul etmektedirler. Eğer Avustralya'da yaşayan gagalı bir memeli olan
Platypuslar ve ördekler soyları tükenmiş canlılar olsalardı, evrimciler aynı
mantıkla (gaga benzerliğinden yola çıkarak) bunları da birbirlerinin akrabası
ilan edeceklerdi. Oysa Platypus bir memeli, ördek ise bir kuştur ve aralarında
evrim teorisine göre de bir akrabalık kurulamaz. Aynı şekilde evrimcilerin
"yürüyen balina" ilan ettiği Pakicetus da farklı anatomik
özellikleri bünyesinde barındıran özgün bir cinstir. Nitekim omurgalı
paleontolojisinin otoritelerinden Carroll, Pakicetus'un da dahil
edilmesi gereken Mesonychid ailesinin "garip karakterlerden
oluşan bir kombinasyon gösterdiğini" belirtmektedir.47 Bu tip "mozaik canlı"ların evrimsel ara form
sayılamayacağını, Gould gibi önde gelen evrimciler de kabul etmektedir.
Yaratılışı savunan yazar Ashby L. Camp,
"The Overselling of Whale Evolution" (Balina Evriminin Abartılı Propagandası)
başlıklı makalesinde, Pakicetus gibi kara memelilerinin de dahil olduğu Mesonychidler
sınıfının, Archaeoceteaların, yani soyu tükenmiş balinaların atası
olduğu yönündeki iddianın çürüklüğünü şöyle açıklar:
Evrimcilerin Mesonychidlerin, Archaeocetealara
dönüştüğü konusunda kendilerinden emin davranmalarının nedeni, gerçek soy
bağlantısında yer alan bir tür tanımlayamamalarına rağmen, bilinen
Mesonychidler ve Archaeocetealar arasında bazı benzerlikler olmasıdır. Ancak bu
benzerlikler, özellikle de (iki grup arasındaki) büyük farklılıklar ışığında,
bir ata ilişkisi iddia etmek için yeterli değildir. Bu gibi karşılaştırmaların
oldukça subjektif olan doğası, şimdiye kadar pek çok farklı memeli ve hatta
sürüngen grubunun balinaların atası olarak öne sürülmüş olmasından bellidir.48
Hayali balina evrimi şemasında Pakicetus'tan
sonra gelen ikinci fosil canlı, Ambulocetus natans'tır. İlk kez 1994
yılında Science dergisinde yayınlanan bir makaleyle duyurulan bu fosil
de, evrimciler tarafından zorlama yöntemiyle "balinalaştırılmak"
istenen bir kara canlısıdır.
Gerçekte ne Pakicetus'un ne de Ambulocetus'un
balinalarla bir akrabalıkları bulunduğuna dair hiçbir kanıt yoktur. Evrim
şemasında Pakicetus ve Ambulocetus'un ardından deniz memelilerine
geçilmekte ve Procetus, Rodhocetus gibi Archaeocetea (soyu
tükenmiş balina) türleri sıralanmaktadır. Söz konusu canlılar gerçekten de suda
yaşayan soyu tükenmiş memelilerdir. Ancak Pakicetus ve Ambulocetus
ile bu deniz memelileri arasında çok büyük anatomik farklılıklar vardır.
Canlıların fosilleri incelendiğinde, birbirlerine bağlanan "ara
form"lar olmadıkları açıkça görülür:
• Dört ayaklı bir kara memelisi olan Ambulocetus'ta
omurga, leğen (pelvis) kemiğinde bitmekte ve bu kemiğe bağlı güçlü bacak
kemikleri uzanmaktadır. Bu tipik bir kara memelisi anatomisidir. Balinalarda
ise omurga kuyruğa doğru kesintisiz devam eder ve leğen kemiği bulunmaz.
Nitekim Ambulocetus'tan 10 milyon yıl kadar sonra yaşadığı düşünülen Basilosaurus
aynen bu anatomiye sahiptir. Yani tipik bir balinadır. Tipik bir kara canlısı
olan Ambulocetus ile tipik bir balina olan Basilosaurus arasında
ise hiçbir "ara form" yoktur.
• Basilosaurus'un ve kaşalotun
omurgalarının alt kısmında, omurgadan bağımsız küçük kemikler yer alır.
Evrimciler bunların "küçülmüş bacaklar" olduğu iddiasındadır. Oysa
söz konusu kemikler Basilosaurus'ta "çiftleşme konumunu almaya
yardımcı olmakta", kaşalotta ise "üreme organlarına destek
olmakta"dır.49 Zaten oldukça önemli bir
fonksiyon üstlenmiş olan iskelet parçalarını, bir başka fonksiyonun
"körelmiş organı" olarak tanımlamak, evrimci önyargıdan başka bir şey
değildir.
Sonuçta, deniz memelilerinin, kara
memelileri ile aralarında bir "ara form" olmadan, özgün yapılarıyla
ortaya çıktıkları gerçeği değişmemiştir. Ortada bir evrim zinciri yoktur.
Robert Carroll, bu gerçeği istemeden ve evrimci bir dille de olsa, şöyle kabul
eder: "Doğrudan balinalara uzanan bir Mesonychid çizgisi tanımlamak
mümkün değildir."50 Balinalar konusunda
ünlü bir uzman olan Rus bilim adamı G. A. Mchedlidze de, bir evrimci olmasına
karşın, Pakicetus, Ambulocetus natans ve benzeri dört ayaklı sözde
"balina atası adayları"nın bu şekilde tanımlanmasına katılmamakta ve
onları tamamen izole bir grup olarak tarif etmektedir.51
Kısacası, deniz memelilerinin kara canlılarından
evrimleştiği yönündeki evrimci senaryo geçersizdir. Senaryonun geri kalan
kısmı, yani deniz memelilerinin kendi içlerindeki evrimi iddiası da yine
açmazdadır. Evrimciler, bilimsel sınıflandırmada Archaeocetea (arkaik,
yani eski balinalar) olarak bilinen soyu tükenmiş özgün deniz memelileri ile,
yaşayan balina ve yunuslar arasında bir akrabalık ilişkisi kurma
çabasındadırlar. Oysa gerçekte konunun uzmanları farklı düşünmektedirler.
Evrimci paleontolog Barbara J. Stahl şöyle yazar:
Bu Archaeoceteaların kıvrak formdaki
vücutları ve kendilerine özgü testere dişleri, bunların muhtemelen herhangi bir
modern balinanın atası olamayacağını açıkça ortaya koymaktadır.52
Deniz memelilerinin kökeni konusundaki
evrimci senaryo, moleküler biyolojinin bulguları açısından da çıkmaz içindedir.
Klasik evrimci senaryo, balinaların iki büyük grubunun, yani dişli balinaların (Odontoceti)
ve balenli balinaların (Mysticeti) ortak bir atadan evrimleştiğini
varsayar. Ama Brüksel Üniversitesi'nden Michel Milinkovitch yeni bir teoriyle
bu görüşe karşı çıkmış, anatomik benzerliğe göre kurulan söz konusu varsayımın
moleküler bulgular tarafından çürütüldüğünü şöyle vurgulamıştır:
Cetaceanların (balinaların) büyük
grupları arasındaki evrimsel ilişkiler, morfolojik ve moleküler analizlerin çok
farklı sonuçlara varması nedeniyle, daha da problemlidir. Morfolojik ve
davranışsal bulgu bütünlerine bakılarak yapılan geleneksel yorumlama,
ekolokasyona sahip dişli balinaların (yaklaşık 67 tür) ve filtre sistemiyle
beslenen balen balinaların (10 tür) iki ayrı monofilotik (kendi içinde tek
kökenden gelen) grup olduğunu varsayar… Öte yandan, DNA üzerinde yapılan
filogenetik (evrimsel akrabalık) analizleri… ve amino asit karşılaştırmaları…
uzun zamandır kabul edilen bu sınıflandırmayla çelişmektedir. Dişli balinaların
bir grubu, yani sperm balinaları, morfolojik yönden kendilerinden oldukça uzak
olan balen balinalarına diğer Odontocetlerden (dişli balinalardan) daha yakın
gözükmektedirler.53
Kısacası, deniz memelileri, dahil edilmek
istendikleri hayali evrim şemalarının her birine adeta isyan etmektedirler.
Karadan denize dönüşün imkansızlığı
Nature dergisinin
bilim yazarı Henry Gee şu önemli gerçeği ifade eder: "Fosillerin
arasını ayıran zaman aralıkları o kadar büyüktür ki, olası ata torun ilişkisi
hakkında kesin bir şey söylenemez."54
Deniz memelilerinin atası olduğu iddia
edilen fosiller arasında ise milyonlarca yıllık jenerasyon farkı vardır. Bir
insanın büyük büyük büyük annesinin kim olduğunu bulabilmesi elde yazılı
kayıtlar bulunmasına rağmen çok zordur ve kimi zaman tespit edilemez.
Dolayısıyla, ara form oldukları iddia edilen fosillerin birbirleri ile
ata-torun ilişkisi içinde oldukları, ancak bir varsayım olabilir.
İkinci olarak türler arasında sadece bazı
benzerliklere bakarak, aralarında ata-torun ilişkisi kurmaya çalışmak doğru
değildir. Bugün gördüğümüz farklı organizmalar arasındaki çarpıcı benzerlikler
Darwin'den önce de biliniyordu ve bu benzerlikler ortak bir yaratılışın ürünü
olarak kabul ediliyordu. Dolayısıyla bu benzerliklere bakarak bunu evrimin bir
delili olarak öne sürmek bilimsel bir çıkarım değildir. Ayrıca evrimcilerin, ara geçiş formu olduğunu
iddia ettikleri canlıların, nasıl olup da suya çok iyi adapte olabilmiş bir
canlıya dönüştüğünü, bunun hangi mekanizmalarla gerçekleştiğini açıklamaları
gerekir.
Sadece "ön ayaklar yüzgece dönüştü,
arka ayaklar kayboldu, vücuttaki tüyler yok oldu ve bildiğimiz balinanın
silgimsi derisine dönüştü" demek yeterli değildir. Ön ayakların yüzgece
dönüşebildiklerine veya bir kara canlısının sudaki yaşama en iyi şekilde adapte
olabileceği şekilde fizyolojik değişimler göstererek vücut şeklini tamamen
değiştirebileceğine dair günümüz canlılarından elimizde hiçbir delil
bulunmamaktadır. Doğada evrimcilerin iddia ettikleri dönüşümü gerçekleştirebilecek
hiçbir mekanizma da bulunmamaktadır.
Bir kara canlısının denizde yaşayabilmek
için ihtiyacı olan adaptasyonlar dikkate alındığında, böyle bir geçiş için
"imkansız" kelimesinin bile yetersiz kaldığı görülür. Var olduğu
iddia edilen hayali evrim süreci içinde bu adaptasyonlardan herhangi bir
tanesinin bile eksikliği, canlının yaşamasına izin vermeyecektir.
Kuşların Gerçek Kökeni
Evrimcilerin kuşların sözde evrimi ile
ilgili farklı senaryoları vardır ve bunların hepsi delilsizdir. Bunların en
popüler olanına göre, kuşlar Theropod dinozorları olarak bilinen etobur
bir dinozor türünden evrimleşmiştir. Evrimcilerin bilimsel delillerle
destekleyemedikleri bu iddia için Smithsonian Enstitüsü Doğa Tarihi Müzesi'nden
kuş bilimci evrimci Storrs Olson "çağımızın en büyük aldatmacalarından
biri" ifadesini kullanmaktadır.55
Olson, kuşların dinozorlardan
evrimleştiğini öne sürenleri eleştirmekte, ancak kendisi de kuşların kökenine
dair başka bir evrimsel açıklama getirememektedir.
Bir kara canlısının, uçma yeteneği
kazanabilmesi için birçok anatomik ve fizyolojik değişiklik geçirmesi gerekir.
Evrim teorisi ise ne bu değişimlerin nasıl gerçekleştiğini açıklayabilmekte ne
de böyle bir değişim yaşandığına dair fosil kayıtlarından delil
sunabilmektedir. Bu nedenledir ki, "kuşlar dinozordur" teorisi, evrim
teorisini savunan bazı biyolog ve paleontologlar tarafından da kabul
edilmemektedir. Örneğin dünyanın en önde gelen ornitologlarından
(kuşbilimcilerinden) Alan Feduccia (Kuzey Carolina Üniversitesi) ve Larry Dean
Martin (Kansas Üniversitesi), kuşların bilinen herhangi bir dinozor grubundan
evrimleşmiş olamayacağı görüşündedirler. Özellikle Feduccia, evrime inanmasına
karşın, dinozorlar ve kuşlar arasındaki farklılıkları vurgulamakta, bu
farklılıkların çok büyük olduğunu ve dolayısıyla kuşların kendilerinden önceki
dinozorlardan evrimleşmiş olamayacağını kanıtlarıyla göstermektedir.
Kuşlarla sürüngenler arasındaki bazı
farklılıkları hatırlatmak, evrim teorisinin neden kuşların evrimi konusunda
büyük bir çıkmaz içinde olduğunu göstermek açısından faydalı olacaktır:
1) Kuşların
akciğerleri, sürüngenlerden ve tüm diğer kara omurgalılarından tamamen farklı
bir yapıdadır. Kuşlarda, kara omurgalılarının aksine, hava akciğer içinde tek
yönde hareket eder ve böylece kuş daima oksijen alıp karbondioksit verebilir.
Kuşlara özgü bu yapının standart kara omurgalı akciğerinden evrimleşmiş olması
imkansızdır, çünkü ara yapıya sahip bir canlının nefes alması mümkün değildir.56
2) Alan
Feduccia ve Julie Nowicki tarafından 2002 yılında, kuşlar ve sürüngenlerin
embriyoları arasında yapılan karşılaştırmalar, iki canlı grubunun ayak
yapılarının çok büyük farklılık gösterdiğini ve aralarında evrimsel bir ilişki
kurulmasının imkansız olduğunu kanıtlamıştır.57
3) İki
canlı grubunun kafatası arasındaki en son karşılaştırmalar da aynı sonucu
vermektedir. Andrzej Elzanowski 1999 yılında yaptığı bir inceleme sonucunda
"Theropod dinozorlarının çene ve damaklarında kuşlarınki ile benzer
özellikler olmadığı" sonucuna varmıştır.58
4) Dişler, kuşlar
ile sürüngenleri birbirinden ayıran farklardan biridir. Geçmişte yaşamış bazı
kuşların gagalarında dişler olduğu bilinmektedir. Uzun zaman evrime bir kanıt
gibi gösterilen bu durumun hiç de öyle olmadığı, çünkü kuş dişlerinin çok özgün
olduğu ise zamanla anlaşılmıştır. Feduccia bu konuda şöyle yazar:
Belki de Theropodlarla kuşlar
arasındaki en önemli farklılık dişin yapısı ve yerleştiriliş şekli ile
ilgilidir. Özellikle memeli paleontolojisinin temelini en çok diş
morfolojisinin oluşturduğu kabul edilirse, kuş ve Theropod dişleri arasındaki
büyük farklılıklara neden daha fazla ilgi gösterilmediği şaşırtıcıdır. Özetle, kuş
dişi (Archæopteryx, Hesperornis, Parahesperornis, Ichthyornis, Cathayornis
ve tüm dişli Mezozoik kuşlarda görüldüğü gibi) birbirine oldukça benzerdir
ve Theropod dişlerinden çok farklıdır... Dişin biçimi, çıkış ve yenilenme
şekli dahil olmak üzere kuşlarla Theropod dişleri temelde hiçbir yönden ortak
bir özelliğe sahip değillerdir. 59
5) Kuşlar
sıcakkanlı, sürüngenler ise soğukkanlı canlılardır. Bu, son derece farklı iki
ayrı metabolizma demektir ve aradaki dönüşümün rastlantısal mutasyonlarla
halledilmesi mümkün değildir. (Dinozorların sıcakkanlı oldukları yönündeki tez
ise, bu zorluğu giderebilmek için ortaya atılmıştır. Ancak herhangi bir kanıta
dayanmayan bu tezin geçersizliğini gösteren pek çok delil vardır.60)
6)
Sürüngenlerin pulları, kuşların ise tüyleri vardır. Bu tamamen farklı iki
yapının birbirine evrimleşmesi ise imkansızdır.
7)
Sürüngenlerin ağır, kalın ve içi dolu kemikleri vardır. Kuşların kemikleri ise
daha incedir ve içleri boştur. Bu şekilde daha hafif olan kemikler kuşların
daha rahat uçmalarını sağlamaktadır.
Bunlar kuşlarla sürüngenler arasındaki
farklılıklardan sadece birkaçıdır. Bir sürüngenin kuş özellikleri kazanabilmesi
için sayısız mutasyona uğraması gerekecektir. Örneğin sürüngenin sadece ön
ayaklarının kanatlara dönüşebilmesi için sürüngen çok fazla aşamalı değişime
uğramalıdır. Ayağının genetik bilgisine isabet eden her mutasyon ayakta küçük
bazı değişiklikler yapmalı, her seferinde ayak biraz daha fazla kanat özelliği
kazanmalıdır. Örneğin ayaklarında aşama aşama tüyler oluşmaya başlamalıdır.
Tüyler de yine aşama aşama oluşmalı, örneğin önce tüyün sapı, sonraki
kuşaklarda ise diğer özellikleri belirmelidir. Ayak parmakları her kuşakta
biraz daha kaybolmalı, ayak giderek daha çok kanada benzemelidir. Bu çok yavaş,
aşamalı değişimler ise fosil kayıtlarında gözlemlenmelidir. Aynı durum canlının
akciğerleri, pullarının tüylere dönüşümü, dişlerin yapısındaki değişimler ve
diğer özellikleri için de geçerlidir. Konumuz ara geçiş formları olduğu için,
mutasyonların bu kadar kapsamlı ve aşamalı değişimleri gerçekleştirme
özelliklerine sahip olmadığı konusuna değinilmemektedir. Ancak kısaca belirtmek
gerekirse, mutasyonlar canlılara daima zarar verirler. Ayrıca rastgele meydana
geldikleri için, bir organı aşama aşama, her seferinde isabet kaydederek, başka
bir organa dönüştürebilecek plan ve organizasyon yeteneğine ve bilince elbette
sahip değildirler. (Ayrıntılı bilgi için bkz. Harun Yahya, Hayatın Gerçek
Kökeni, 2. baskı, Araştırma Yayıncılık, İstanbul, Mart 2003)
Öyle ise, sürüngenlerle kuşlar arasında
eğer gerçekten bir evrim olsaydı, elimizde bunu gösteren milyonlarca ara form
fosili olmalıydı. Ancak, bugüne kadar tek bir yarı sürüngen- yarı kuş fosili
dahi bulunamamıştır. Bulunan fosiller ya soyu tükenmiş kuşlara ya da
sürüngenlere aittir. Medyada sık sık karşılaştığımız dino-kuş hikayeleri ise,
detaylarıyla inceleneceği gibi bir göz boyamadan ibarettir. Bunların hiçbiri
kuşların sözde evrimindeki kayıp halka olma özelliğine sahip değildir.
Uçan Sürüngenleri
Kuşların Atası Sanma Yanılgısı
Evrim
teorisi hakkında tek yanlı ve kulaktan dolma bilgilere sahip olan ve bu
bilgisizlik nedeniyle de teoriyi inandırıcı bulan bazı insanlar, uçan
sürüngenlerin kuşların atası olduğunu zannederler. Ancak uçan sürüngenler ile
kuşlar arasında hiçbir ilişki yoktur ve nitekim hiçbir evrimci otorite kuşların
bu canlılardan evrimleştiğini öne sürmemektedir.
Uçan
sürüngenler ya da bir diğer ifadeyle uçan dinozorlar, bilim adamları tarafından
Pterosaur olarak adlandırılan soyu tükenmiş bir canlı grubudur. Bunların
kökeni, evrim teorisi açısından büyük bir çıkmazdır, çünkü fosil kayıtlarında
kendilerine özgü yapılarıyla birlikte aniden ortaya çıkmaktadırlar. Omurgalı
paleontolojisi alanında dünyanın en önde gelen birkaç isminden biri olan
Carroll, bir evrimci olmasına karşın bu konuda "Triasik devirde ortaya
çıkan tüm uçan sürüngenler (Pterosaurlar) uçuş için çok özelleşmiş yapıya
sahiptir... Atalarının ne olduğu konusunda ve uçuşlarının kökeninin ilk
aşamaları hakkında ise hiçbir bulgu yoktur" itirafında bulunur.61
Uçan sürüngenlerin kanat yapıları ise çok
ilginçtir: Uçan sürüngenlerin kanatları üzerinde diğer sürüngenlerin ön
ayaklarında olduğu gibi beş tane parmakları vardır. Ancak dördüncü parmak,
diğer parmaklardan ortalama yirmi kat daha uzundur ve kanat da bu parmağın
altında uzanır. Eğer uçan sürüngenler kara sürüngenlerinden evrimleşmiş
olsalardı, söz konusu dördüncü parmağın da yavaş yavaş, kademe kademe uzamış
olması gerekirdi. Ama buna dair hiçbir fosil kanıtı olmadığı gibi, böyle bir
uzamanın doğal seleksiyon-mutasyon mekanizmaları ile açıklanması da mümkün
değildir; çünkü ara geçiş aşamaları canlının ellerini fonksiyonsuz hale getireceği
ama uçmasını da sağlamayacağı için avantajsız olacaktır.
Kanat yapıları tamamen farklı olan kuşlar
ile uçan sürüngenler arasında evrimsel bir akrabalık hayal etmek ise büyük bir
hatadır. Bir insan, sineklerin veya bir memeli türü olan yarasaların da kanatlı
olmalarından yola çıkarak, bu canlı grupları ve kuşlar arasında evrimsel bir
ilişki öne sürdüğünde ne kadar büyük bir bilgisizlik sergilerse, uçan
sürüngenler ile kuşları ilişkilendirmeye çalışmak da o denli büyük bir gaftır.
Tüylü Dinozor Masalları
Kuş tüylerine sahip dinozorlar, veya diğer
bir isimle "dino-kuşlar", geçtiğimiz 10 yıl içinde Darwinist medyanın
en gözde propaganda malzemelerinden biri oldu. Birbiri ardına manşetlere
"dino-kuş" haberleri taşındı, çizilen rekonstrüksiyonlar ve "uzman"ların
yaptığı kendinden emin açıklamalar, geçmişte yarı kuş-yarı dinozor canlıların
yaşadığı konusunda insanları ikna etmek için kullanıldı. Oysa geçmişte yarı
kuş-yarı dinozor canlıların yaşadığına dair hiçbir delil bulunmamaktadır.
Bu konuda görüşlerine başvurulması gereken
önemli bir isim, Kuzey Carolina Üniversitesi Biyoloji Bölümünden Alan
Feduccia'dır. Dr. Feduccia, kuşların kökeni konusunda dünyanın en önde gelen
otoritelerinden biridir. Ornitoloji (kuşbilimi) alanında en önemli 5 isim
sayılması gerekse, birinin Dr. Feduccia olacağına kuşku yoktur. Dr. Feduccia
evrim teorisini de kabul etmekte ve kuşların evrimle ortaya çıktıklarına
inanmaktadır. Ancak onu "dino-kuş" taraftarlarından ve diğer bazı
gözü kapalı evrimcilerden ayıran yön, evrim teorisinin bu konuda içinde
bulunduğu belirsizliği kabul etmesi ve kasıtlı olarak sürdürülen, gerçekte ise
hiçbir dayanağı olmayan "dino-kuş" furyasına itibar etmemesidir.
Alan Feduccia'nın The American
Ornithologists' Union (Amerikan Ornitologlar Birliği) tarafından yayınlanan ve
ornitolojinin en teknik tartışmalarına zemin olan The Auk dergisinin son
sayısında kaleme aldığı, Ekim 2002 tarihli "Birds are Dinosaurs: Simple
Answer to a Complex Problem" (Kuşlar Dinozordur: Karmaşık Bir Soruna
Basit Bir Cevap) başlıklı yazıda çok önemli bilgiler verilmektedir. Dr.
Feduccia, John Ostrom tarafından 1970'lerde gündeme getirilen ve o zamandan bu
yana da hararetle savunulan kuşların dinozorlardan evrimleştiği teorisinin
bilimsel kanıtlardan yoksun olduğunu, böyle bir evrimin mümkün olmadığını
detaylarıyla anlatmaktadır.
Bu konuda Feduccia yalnız değildir.
Pennsylvania Üniversitesi'nden anatomi profesörü evrimci Peter Dodson da,
kuşların Theropod dinozorlarından evrimleştikleri iddiasına şüphe ile
baktığını açıklamaktadır.62
Feduccia, Çin'de bulunduğu öne sürülen
"dino-kuş"lar hakkında ise çok önemli bir gerçeği açıklamaktadır:
Tüylü dinozor olarak ileri sürülen sürüngen fosillerinin üzerinde bulunan
"tüyler"in ilkel bile olsa, kuş tüyü olduğu net değildir. Aksine
"dino-fuzz" denen bu fosil izlerinin kuş tüyleri ile ilgisi
bulunmadığını gösteren pek çok kanıt vardır. Feduccia şöyle yazmaktadır:
İlkel kuş tüylerine sahip olduğu ileri
sürülen fosillerin çoğunu incelemiş kişiler olarak, ben ve diğer pek çok uzman,
bu yapıların ilkel kuş tüyleri (protofeathers) olduğuna dair inandırıcı bir
kanıt görmemekteyiz. Pek çok Çin fosili, "dino-fuzz" olarak
adlandırılagelen garip birer haleye sahiptir ama her ne kadar bu materyal kuş
tüyleri ile homolog (benzer) sayılsa da, bu yöndeki argümanlar ikna edicilikten
çok uzaktır.63
Feduccia, bu tespitinin ardından, bazı
paleontologların bu konuda ön yargılı davrandıklarını da şöyle belirtmektedir:
…(dino-kuş tezini savunan
paleontologlara göre) kuşlar dinozordur; dolayısıyla dromaeosaurlar (Theropod
dinozorlar) üzerinde korunmuş herhangi bir ipliksi yapı, mutlaka ilkel kuş tüyü
olmalıdır.64
Feduccia'ya göre bu ön yargıyı çürüten
nedenlerden biri, kuşlarla hiçbir ilgisi kurulamayacak fosillerde de söz konusu
"dino-fuzz" izlerine rastlanmasıdır:
En önemlisi, dino-fuzz şimdi artık çok
sayıda kategoride keşfedilmektedir. Bunların bazıları henüz yayınlanmamıştır
ama özellikle Çin'de bulunmuş bir Pterosaur'da (uçan sürüngen) ve bir
Therizinosaur'da (etobur bir dinozor grubu) bunlar bulunmuştur. En şaşırtıcı
durum ise, dino-fuzza çok benzeyen deri fiberlerinin Jurasik devre ait bir
Ichthyosaur'da da bulunmuş ve detaylı olarak tarif edilmiş olmasıdır.
(Ichthyosaurlar, soyu tükenmiş deniz sürüngenleridir.) Söz konusu canlılardaki
dallanmış fiberlerin bazıları, morfoloji açısından, "ilkel kuş
tüyleri" (protofeather) denen ve (Çinli paleontolog) Xu tarafından
tanımlanan yapılara çok benzerdir. Sözde "ilkel kuş tüylerinin"
Archosaurlarda (Mezozoik döneme ait sürüngenlerde) böyle geniş bir dağılıma
sahip olması, bunların kuş tüyleri ile hiçbir ilgileri olmadığını tek başına
gösteren bir delildir. 65
Feduccia, geçmişte de fosillerin
çevresinde bazı yapılar bulunduğunu, ancak fosile ait sanılan bu yapıların
sonradan inorganik maddeler olduğunun belirlendiğini hatırlatmaktadır:
İnsanın aklına, Solnhofen fosillerinde
bulunan ve dendritler olarak bilinen çalı benzeri izler gelmektedir. Bitkiye
benzer şekillerine rağmen, bu yapıların aslında, fosil yataklarında,
çatlaklardan veya fosillerin kemiklerinden oksitlenerek sızan manganez
solüsyonunun etkisiyle oluşan inorganik yapılar olduğu artık bilinmektedir.66
Kaldı ki "tüylü dinozorlar"
yaşamış olsa bile, bu dinozor-kuş evrimi iddiasına bir delil oluşturmaz. Çünkü
söz konusu dinozorlarda var olduğu öne sürülen "tüyler", benzersiz
bir yaratılışa sahip olan kuş tüylerine hiçbir benzerlik göstermemektedir. Kuş
tüyleri son derece özgün ve kompleks bir yapıda yaratılmışlardır. Ayrıca kuş
tüylerinin biyokimyasal yapısı da çok farklıdır. Sözü edilen canlılarda ise, kuş
tüylerine benzer bir yapı kesinlikle bulunmamaktadır. Connecticut
Üniversitesi'nde fizyoloji ve nörobiyoloji profesörü olan A. H. Brush'a göre "kuş
tüylerinin protein yapısı diğer omurgalıların hiçbirinde görülmeyen, tümüyle
özgün" bir yapıdır.67
Ayrıca, kuş tüyleri son derece kompleks
olduğu için, böyle bir yapının evrimini gösteren birçok ara form bulunması
gerekir. Ancak böyle bir ara geçiş formu bulunmamaktadır. Bu gerçek Nature
dergisinde şöyle itiraf edilmektedir:
Tüyler kompleks yapılardır. Kuş fosili
kayıtlarında aniden belirişlerinin açıklanması zordur, çünkü fosil kayıtlarında
hiçbir ara geçiş yapısına rastlanmamıştır. 68
Dolayısıyla tüylü bir dinozor bulunsa dahi
bu hiçbir zaman kuşların dinozorlardan evrimleştiğine bir delil sayılmaz, çünkü
kuş tüyleri tamamen özgün yapılardır ve başka bir yapıdan evrimleştiklerini
gösteren hiçbir delil bulunmamaktadır.
Bu konuda dikkat çekici bir diğer nokta
ise, "tüylü dinozor" olarak gündeme getirilen fosillerin tümünün
Çin'de bulunmuş olmasıdır. Acaba neden dünyanın başka hiçbir yerinde değil de
Çin'de ortaya çıkmaktadır bu fosiller? Hem de Çin'deki fosil yatakları, sadece
"dino-fuzz" gibi belirsiz bir yapıyı değil, aynı zamanda kuş
tüylerini de son derece iyi şekilde saklayabilecek bir yapıya sahipken? Feduccia
da aynı garipliğe dikkat çekmektedir:
Aynı zamanda, neden vücudun dış
yüzeyinin saklanabildiği başka yataklarda bulunan başka Theropodların ve diğer
dinozorların hiçbir "dino-fuzz"a sahip olmadıkları, aksine herhangi
bir kuş tüyü benzeri yapıdan tamamen yoksun gerçek sürüngen derisine sahip
oldukları da açıklanmalıdır. Ve neden dino-fuzza sahip Çinli Dromaeosaur
fosilleri, normalde bekleneceği şekilde kuş tüyü sapı sergilememektedirler
-eğer bunlar gerçekten var olsa- kolaylıkla korunmuş olabilecekken?69
Peki Çin'de bulunan tüm bu sözde
"tüylü dinozorlar" nedir? Sürüngenler ile kuşlar arasında ara geçiş
formları gibi gösterilen bu canlıların gerçek kimliği nedir?
Feduccia, "tüylü dinozor" olarak
gösterilen canlıların bir kısmının "dino-fuzz" sahibi soyu tükenmiş
sürüngenler, bazılarının da gerçek kuşlar olduğunu açıklamaktadır:
Açıktır ki, aslında, Çin'in Yixian ve
Jiufotang bölgelerindeki Kretase devrine ait göl yataklarında iki farklı fosil
olgusu vardır; birisi "dino-fuzz" kalıntıları sergileyen -ki bunun
iyi bir örneği sözde "tüylü dinozor"ların ilk bulunan örneği olan
Sinosauropteryx'tir -gruptur. Diğeri ise gerçekten kuş tüylerine sahip
olanlardır-Nature dergisinin kapağında gösterilen ve tüylü dinozorlar olarak
sunulan ancak sonradan önemsiz, uçucu olmayan kuşlar olduğu anlaşılan fosiller
gibi.70
Yani tüm dünyaya "tüylü dinozor"
veya "dino-kuş" olarak gösterilen fosiller, ya tavuklar gibi uçamayan
bazı kuşlara ya da "dino-fuzz" denen ancak kuş tüyleri ile ilgisi
bulunmayan organik bir yapıya sahip olan sürüngenlere aittir. Ortada kuşlar
ve sürüngenler arasında "ara form" oluşturacak tek bir fosil bile
yoktur.
Yaş Sorunu ve "Kladistik"
Yanılgısı
"Dino-kuş" furyasını körükleyen
tüm evrimci kaynaklarda ısrarla gözardı edilen, hatta gizlenen çok önemli bir
gerçek vardır: Yanıltıcı bir biçimde "dino-kuş" ya da "tüylü
dinozor" dedikleri fosillerin yaşları, 130 milyon yıl öncesinden geriye
gitmemektedir. Oysa "yarı kuş" olarak göstermek istedikleri bu
canlılardan en az 20 milyon yıl daha yaşlı olan, gerçek bir kuş zaten vardır: Archæopteryx.
Bilinen en eski kuş olma özelliği taşıyan Archæopteryx, kusursuz uçuş
kaslarına, uçuş tüylerine ve gerçek bir kuş iskeletine sahip gerçek bir kuştur.
150 milyon yıl önce dünya göklerinde başarılı bir biçimde süzülmüştür. Durum bu
iken, Archæopteryx'ten çok daha sonraki tarihlerde yaşamış canlıların
kuşların ilkel ataları olarak gösterilmesi tek kelimeyle saçmadır. Ancak
evrimciler böyle bir saçmalığı savunmak için bir de "yöntem"
bulmuşlardır.
Bu yöntemin ismi "kladistik"tir.
Bu terim, son 20-30 yıldır paleontoloji dünyasında sıkça kullanılan yeni bir
fosil yorumlama yöntemidir. Kladistik yöntemini savunanlar, bulunan fosillerin
yaşlarının tamamen gözardı edilmesini, sadece eldeki fosillerin karakteristik
özelliklerinin birbiri ile karşılaştırılmasını ve bu karşılaştırma sonucunda
ortaya çıkan benzerliklere göre evrimsel soy ağaçları kurulmasını savunurlar.
Bu görüşü savunan, evrimci bir internet
sitesinde, fosil yaşı Archæopteryx'ten çok daha genç olan Velociraptor'un
Archæopteryx'in atası sayılmasının neden "mantıklı" (!) olduğu
şöyle açıklanmaktadır:
Şimdi şunu sorabiliriz: Velociraptor
nasıl olur da Archæopteryx'in atası
olabilir, ondan sonra gelmiş olmasına rağmen?
Çünkü fosil kayıtlarındaki
boşluklardan dolayı, fosiller her zaman "tam vaktinde" ortaya
çıkmazlar. Örneğin Geç Kretase devrine ait, Madagaskar'da bulunmuş Rahonavis
adlı yeni bir fosil, kuşlarla Velociraptor gibi bir sürüngen arasında geçiş
formu gibi durmaktadır, ama 60 milyon yıl geçtir. Ama hiç kimse bunun geç
ortaya çıkışının kayıp halka olmasına engel teşkil ettiğini söylememektedir,
çünkü çok uzun bir süre yaşamış olabilir. Bu gibi örnekler "hayalet
bağlantılar" olarak adlandırılır; bu hayvanların daha önce de var
olduklarını varsayıyoruz, onların muhtemel atalarına sahip olduğumuz ve
muhtemel torunlarına da sahip olduğumuz zaman.71
Kladistiğin iyi bir özeti olan bu
açıklama, bu yöntemin ne kadar büyük bir çarpıtma olduğunu da göstermektedir.
Evrimciler, açıkça, fosil kayıtlarının sonuçlarını, kendi teorilerinin
gereklerine göre çarpıtmaktadırlar. 70 milyon yıllık bir fosilin sahibi olan
bir türün, aslında 170 milyon yıl önce de yaşadığını varsaymanın ve buna göre
bir evrimsel akrabalık ilişkisi kurmanın, çarpıtmaktan başka bir anlamı yoktur.
Pennsylvania Üniversitesi'nden anatomi
profesörü Peter Dodson da, sözde dino-kuşların, ilk kuşlardan sonra
bulunmasının bir sorun olduğunu ve kladistik metodu ile getirilen çözümün
"zoraki" bir çözüm olduğunu belirtmektedir:
Ben şahsen, kuş benzeri Maniraptoran
Theropodların kuşların kökeninden 25-75 milyon yıl sonra bulunmasını sorun
olarak görmeye devam ediyorum... Hayalet atalar, açıkçası zoraki bir çözümdür,
kladistik metodu tarafından zorunlu kılınan uygun olmayan bir çözüm. Tabi, Geç
Kretase Maniraptoranların kuşların gerçek ataları olmadığı, sadece kardeş sınıf
olduğu itiraf ediliyor. Jurasik dönemde yüksek derecede türemiş, hızla
evrimleşen maniraptoranların kuşlara evrimleştiğine ve sonra bu yüksek derecede
ilerlemiş soyun evrimsel bir durağanlığa girdiğine ve milyonlarca yıl boyunca
hiç değişmeden kaldığına inanmamız mı bekleniyor?72
Kladistik, evrim teorisinin fosil
kayıtları karşısındaki yenilgisinin gizli bir itirafı ve yeni bir boyutudur
aslında. Özetlemek gerekirse;
1) Darwin,
fosil kayıtları detaylı olarak incelendiğinde, bildiğimiz türlerin hepsinin
arasını dolduracak "ara formların" bulunacağını öne sürmüştür.
Teorinin beklentisi budur.
2) Ancak
150 yıllık paleontoloji çabası, ara formları ortaya koymamış, bu canlıların
izine rastlanamamıştır. Bu, teori adına büyük bir yenilgidir.
3) Ara
formlar bulunamadığı gibi, sadece benzerliklerinden dolayı birbirlerinin atası
olarak ilan edilebilecek olan canlıların da yaşları çelişkilidir. Daha
"ilkel" gibi görünen bir canlı, daha "olgun" gibi görünen
bir canlıdan daha geç ortaya çıkmaktadır.
İşte bu son nokta, evrimcileri kladistik
denen tutarsız yöntemi geliştirmeye zorlamıştır.
Kladistikle birlikte, Darwinizm, "bilimsel
bulgulara dayanan, bunlardan yola çıkan" bir teori olmadığını, aksine "bilimsel
bulguları çarpıtan, bu bulguları kendi varsayımlarına göre değiştiren"
bir dogma olduğunu açıkça göstermektedir.
Kuş tüylerinin kökeni
Tüyler, sadece kuşlara özgü bir
özelliktir. Evrimciler, son derece kompleks yapısı olan tüylerin sürüngen
pullarından evrimleştiğini öne sürmektedirler. Ancak, fosil kayıtlarında
-kuşların diğer özellikleri gibi- tüylerin aşama aşama evrimleştiklerini
gösteren hiçbir ara form bulunmamaktadır. Fosil kayıtlarında sürüngen pulları,
kuş tüyleri, deri veya memeli tüyleri vardır, ancak kuş tüylerine aşamalı bir
geçiş olduğunu gösteren, kısmen pul kısmen tüy yapılara hiçbir canlıda
rastlanmamıştır.
Bazı evrimciler, kuşların içi boş
kemikleri olduğu için iyi fosil bırakmadıklarını öne sürerler. Oysa bu
kesinlikle doğru değildir. Özellikle belirli koşullarda, örneğin göl
çevrelerinde, iç bölgelerdeki su ortamlarında ve deniz bölgelerinde, kuşlar ve
tüyleri çok iyi fosil bırakmaktadırlar. Sonuç olarak kuş fosillerine çok sık
rastlanmaktadır.
Fosil kayıtlarında, yarı tüy-yarı pul veya
yarı deri-yarı tüy yapılar bulunmadığı gibi, günümüzdeki tüylerden daha az tüy
olan hiçbir yapıya rastlanmamıştır. 73 Eski kuşlar üzerinde uzman olan Kansas Üniversitesi'nden Larry
Martin ve Blanding Dinozor Müzesi Müdürü S. A. Czerkas, American Zoology
dergisindeki bir makalelerinde "bilinen en eski tüyler... şekil ve
mikroskobik detay açısından zaten moderndirler." demektedirler. 74
Örneğin Archaeopteryx, bilinen en
eski kuştur ve günümüz kuşlarından farklı, özgün bir yapısı olmasına rağmen,
mükemmel, tamamen günümüzdeki kuş tüyleri ile benzer tüylere sahiptir. 75
Archaeopteryx'in mükemmel şekilde korunmuş ve 150 milyon yıl tarih belirlenen
tüylerinin analizi sonucunda, her detayının günümüz kuş tüyleri ile aynı olduğu
sonucuna varılmıştır.76 Daha 1910 yılında, ünlü kuş bilimci
ve doğa tarihi yazarı W. P. Pycraft, Archaeopteryx tüyünün günümüzde
bilinen tam gelişmiş kuş tüylerinden hiçbir yönden farklı olmadığını
belirtmişti.77 Ve o tarihten günümüze kadar
elde edilen zengin fosil kaynağı bu gerçeği değiştirmemiştir. Bunların yanında,
günümüzde dinozorların derileri ile ilgili birçok bulgu bulunmaktadır. Bunların
değerlendirilmesiyle varılan sonuca göre, dinozor derileri "tüy taşıyan
derilere öncül olma özelliği taşımamaktadır."78
Evrimcilerin kuş tüylerinin nasıl
evrimleştiği hakkındaki iddiaları, "birbiriyle çelişen teoriler"79 üretmiştir. Evrimle ilgili eski ders kitaplarında, hayali kuş tüyü
ara formlarından söz edilmekte ve bunların yakında fosil kayıtlarında
bulunacağı öne sürülmektedir. Ancak bugüne kadar bu umulan ara geçiş
formlarının hiçbiri bulunamamıştır. Yine de birçok evrimci kuş tüylerinin
sürüngen pullarından evrimleştiğini iddia etmeye devam edebilmektedir. Bu
iddialarına göre sürüngen pulları aşama aşama uzamış, saçaklanmış ve zaman
içinde kuşun uçmasını daha kolaylaştıracak şekilde kuşu taşımaya elverişli hale
gelmiştir.80 Ancak bunlar hiçbir bilimsel
kanıta dayanmayan, tamamen hayalgücüne dayalı spekülasyonlardır.
Gerçekte, kuş tüyleri ile sürüngen pulları
arasında çok büyük morfolojik farklılıklar olduğu için, aralarında çok fazla
sayıda ara geçiş formu olmalıdır. Ancak fosil kayıtlarında böyle bir yapıya ait
fosiller bulunmamaktadır.81
Amber içindeki kuş tüyleri
En eski kuş tüylerinden biri, Kretase
dönemine (144-65 milyon yıl öncesi, Mezozoik dönemin sonu) ait amber içinde
bulundu. Tüy sapı ve ince tüyleri tam olarak korunmuştu ve hatta bu tüyün hangi
tür kuşa ait olduğu dahi anlaşılıyordu. Yaşı 165 milyon yıl öncesine kadar
uzanan kuş tüyleri bulunmuş olmasına rağmen, fosil kayıtlarında kuş tüylerinin
sözde evrimine dair bir delil bulunmamaktadır. Columbia Üniversitesi
biyoloğunun ifadesiyle "sürüngen pulları ile en ilkel kuş tüyü
arasındaki tüm ara geçiş fosillerinin hiçbirine sahip değiliz." 82 Fosil kayıtlarında çok sayıda kuş fosili bulunmaktadır ve hepsinin
mükemmel tüyleri vardır. Bu nedenle kuş tüylerinin kökeni Darwinistler için bir
bilinmezdir. 83
İnsanın Gerçek Kökeni
İnsanın kökeni, evrimciler için en çok
sorun teşkil eden konulardan biridir. İskelet yapısı, iki ayaklı oluşu,
ellerini kullanışı, beyni, kafatası ve daha birçok fizyolojik ve anatomik
özelliğinin yanısıra, aklı ve bilinciyle insan, diğer canlılardan çok
farklıdır. İnsanların maymunlarla hayali ortak bir atadan evrimleştiğini iddia
eden evrimcilerin, bunun için gereken büyük değişimlerin tesadüfi mutasyonlarla
nasıl gerçekleştiğini açıklamaları ve her özelliğin aşama aşama gelişimini
fosil kayıtlarında göstermeleri gerekmektedir. Ancak, evrimciler insanın sözde
evrimini kanıtlayabilecekleri tek bir fosile dahi sahip değildirler. Biyolog ve
matematikçi Marcel-Paul Schutzenberger, evrim teorisinin insanın kökenini
açıklama konusundaki sorunlarından bazılarını şöyle özetler:
Hem kademeli hem de sıçramalı evrimi
savunanlar, insanları diğer primatlardan ayıran biyolojik sistemlerin güya aynı
anda ortaya çıkışına inandırıcı bir açıklama getirmekten yoksunlar. Bu
biyolojik sistemler arasında; iki ayaklılık, bunun doğal sonucu olarak leğen
kemiğinin değişmesi ve şüphesiz beyincik, daha yetenekli bir el, dokunma
duyusunun daha fazla olduğu parmak uçları; ses için gerekli olan gırtlakta
değişiklik; sinir sisteminde, özellikle de konuşmanın tanınmasını sağlayan
şakak loblarında değişiklik sayılabilir. Embriyogenetik açısından, bu anatomik
sistemler birbirlerinden tamamen farklıdırlar. Her değişiklik bir yetenektir...
Bu yeteneklerin aynı anda ortaya çıkmış olma zorunluluğu çok şaşırtıcıdır. Bazı
biyologlar bunun genomun bir yeteneği olduğunu öne sürüyorlar. Herhangi biri bu
yeteneğin gerçekten varolduğunu varsayarak onu tekrar bulabilir mi? İlk balıkta
bu yetenek var mıydı? Gerçek şu ki biz kavramsal bir iflasla karşı
karşıyayız.84
Evrimciler, insanın sözde evrimi
konusundaki çaresizliklerini gizlemek, bir yandan da kendilerini avutabilmek
için, geçmişte yaşamış ve soyu tükenmiş bazı maymun türlerinin ve insan
ırklarının fosillerini, hayali bir sıralama içinde dizerler. Bu fosillerin
hiçbiri, maymunsu canlılardan insana doğru bir evrim sürecini göstermemektedir.
Bu fosillerin hayali maketleri, çizimleri ve evrimcilerin taraflı yorumlarıyla
insanın evrimi teorisine sözde bilimsel bir görünüm ve geçerlilik
kazandırılmaya çalışılır.
Nature
dergisinin editörü Henry Gee, 12 Temmuz 2001 tarihli Nature'da
yayınlanan makalesinde, evrimciler tarafından insanın ataları olduğu iddia
edilen hominid (insansı) fosillerinin, ilkelden gelişmişe doğru bir sırayı
takip etmediğini, aksine kayıtlarda bu fosillerin bir anda ortaya çıktığını
belirtmektedir. Makalede, evrim teorisinin 150 yıldır umulan kanıtı olan
"ara formların" var olmadığı, farklı türlerin hep aniden ortaya
çıktığı şöyle bir benzetmeyle açıklanmaktadır:
Hominid fosillerinin keşfi, yolcu
otobüslerine benziyor. Bir süre için hiçbiri yokken, aynı anda 3 tanesi birden
ortaya çıkıveriyor.85
Gee, In Search of Deep Time (Zamanın
Başlangıcını Ararken) adlı kitabında ise, insanın sözde evrimi şemasının
(aşağıda), ata-torun ilişkileri hakkında hiçbir bilgi vermediğini, "kayıp
halka" olmadığını ve insana doğru aşama aşama bir gelişim görülmediğini
belirtmekte, şemadaki canlıların birbirlerinden farklı yerlerden ortaya
çıktıklarını belirtmektedir.86
Gee, "İnsanın evrimi ile igili
fosil kanıtları parça parça ve farklı yorumlara açık. Şempanzelerin evrimi ile
ilgili fosil kayıtları ise tamamen eksik." diyerek, insanın sözde
evrimi ile ilgili delillerin yokluğunu bir kez daha vurgulamaktadır.87
Bu tür itiraflar konusunda Henry Gee
yalnız değildir. George Washington Üniversitesi'nden profesör Bernard Wood da, Nature
dergisindeki bir makalesinde, insanın evrimsel kökeni ile ilgili taksonomik ve
filogenetik ilişkilerin karanlıkta kaldığını belirtmekte ve şöyle demektedir:
Bizim kendi cinsimizin (genus), yani
Homo'nun bilinen en eski temsilcilerinin taksonomisinin (sınıflandırmasının) ve
filogenetik (evrimsel akrabalık) ilişkilerinin karanlıkta olması dikkat çekici
bir durumdur. Mutlak tarihlendirme tekniklerindeki gelişmeler ve fosillerin
yeniden yorumlanması, basit, çizgisel bir insan evrimi modelini savunulamaz
hale getirmiştir ki, bu modelde Homo habilis Australopithecuslardan sonra gelir
ve sonra da Homo erectus aracılığıyla Homo sapiens'e evrimleşir. Ama, (bu
modele karşılık) herhangi bir alternatif ortak görüş de ortaya çıkmış değildir.88
Harvard Üniversitesi Karşılaştırmalı
Zooloji Müzesi profesörü Richard Lewontin de, insanın sözde evriminin fosil
kayıtlarında hiçbir delili olmadığını şöyle itiraf eder:
Homo sapiens'in kökeninden önceki uzak
geçmişi göz önünde bulundurduğumuzda, tamamlanmamış ve birbiriyle bağlantısız
bir fosil kaydıyla karşılaşırız. Bazı paleontologlar tarafından öne sürülen
heyecanlı ve iyimser iddialara rağmen direkt atamız olarak belirlenebilecek
hiçbir hominid türüne ait fosil yoktur… Hominid olarak kabul edilen en eski
fosiller ilkel taş aletlerle ilişkilendirilen, Mary ve Louis Leakey tarafından
Olduvai Gorge'da ve Afrika'nın başka yerlerinde bulunan ünlü fosillerdir. Bu
fosil hominidler 1.5 milyon yıldan daha önceki dönemlerde yaşamışlardır ve
bizim beyinlerimizin yarısı kadar beyinlere sahiptirler. Bunlar kesinlikle
bizim türümüzün üyeleri değildiler ve bizim atalarımızın soyundan mıydılar veya
bizim atalarımıza benzeyen bir soydan mıydılar, bunu bile bilmiyoruz.89
Time
dergisinin yazarlarından ve koyu bir evrimci olan Michael D. Lemonick dahi
insanın evrimi konusundaki çaresizliklerini "How Man Began" (İnsan
Nasıl Doğdu?) başlıklı makalesinde şöyle ifade etmiştir.
Ancak, bir asırdan fazla süren
kazılara rağmen, fosil kayıtları çıldırtırcasına eksik kalmaya devam ediyor.
Çok az sayıdaki ipucu, hatta resme uymayan tek bir kemik bile herşeyi alt üst
edebilir. Neredeyse her büyük buluş geleneksel anlayışta derin çatlaklar açmış
ve bilim adamlarını ateşli tartışmalar ortasında yeni teoriler üretmeye
zorlamıştır.90
İlginç olan ise, evrimcilerin bu
gerçeklerin farkında olmalarına, yani ellerinde evrimi kanıtlayan hiçbir delil
olmadığını bilmelerine rağmen, hala teoriyi savunabiliyor olmalarıdır. Bu
evrimcilerin teorileri konusunda ne denli bağnaz olduklarını, ayrıca bilime ve
akla aykırı hareket edebildiklerini gösteren delillerden biridir.
Evrimcilerin Hayali Ataları
Hiçbir delili olmayan insanın sözde evrimi
iddiası, insanın soy ağacını Australopithecus adlı bir maymun türüyle
başlatır. İddiaya göre Australopithecus zamanla ayağa kalkmış, beyni
büyümüş ve çeşitli aşamalardan geçerek günümüz insanı (Homo sapiens)
haline gelmiştir. Ancak fosil bulguları bu senaryoyu desteklememektedir. Her
türlü ara form iddiasına rağmen, insan ve maymunlara ait fosil kalıntıları
arasında aşılamaz bir sınır vardır. Dahası birbirinin atası olarak gösterilen
türlerin gerçekte aynı dönemde yaşamış çağdaş türler oldukları ortaya
çıkmıştır.
Australopithecus
Evrimciler, insanların sözde ilk maymunsu
atalarına "güney maymunu" anlamına gelen Australopithecus
ismini verirler. Bu canlılar gerçekte soyu tükenmiş eski bir maymun türünden
başka bir şey değildir. Australopithecus cinsinin çeşitli türleri
bulunsa da sadece Australopithecus afarensis (1974 yılında bulunduğunda
dünyaya insanın evriminin ispatı olarak sunulan 'Lucy'nin temsil ettiği tür)
insanın doğrudan atası kabul edilir. Ancak Australopithecus fosilleri
üzerinde yapılan detaylı analizler bunların soyu tükenmiş maymun türleri
olduğunu ortaya koymuştur.
Australopithecinelerin ilk olarak Afrika'da 4 milyon yıl kadar önce ortaya çıktıkları
ve 1 milyon yıl öncesine kadar da yaşadıkları sanılmaktadır. Australopithecinelerin
tümü, günümüz maymunlarına benzeyen soyu tükenmiş maymunlardır. Hepsinin beyin
hacimleri, günümüz şempanzelerininkiyle aynı veya daha küçüktür. Ellerinde ve
ayaklarında günümüz maymunlarındaki gibi ağaçlara tırmanmaya yarayan çıkıntılar
mevcuttur ve ayakları dallara tutunmak için kavrayıcı özelliklere sahiptir.
Boyları kısadır (en fazla 130 cm.) ve aynı günümüz maymunlarındaki gibi erkek Australopithecine
dişisinden çok daha iridir. Kafataslarındaki yüzlerce ayrıntı, birbirine yakın
gözler, sivri azı dişleri, çene yapısı, uzun kollar, kısa bacaklar gibi birçok
özellik, bu canlıların günümüz maymunlarından farklı olmadıklarını gösteren
delillerdir.
Bu konudaki evrimci iddia ise, Australopithecinelerin,
tam bir maymun anatomisine sahip olmalarına rağmen, diğer tüm maymunların
aksine, insanlar gibi dik yürüdükleri tezidir.
Oysa Australopithecus cinsi
üzerinde yapılan birçok araştırmada bu türün insana benzer şekilde yürüyemediği
ve iki ayaklı olmadığı sonucuna varılmıştır:
1. Dünyaca
ünlü anatomist Lord Zuckerman, kendisi de evrim teorisini benimsemesine rağmen,
Australopithecinelerin sadece sıradan bir maymun türü oldukları ve
kesinlikle dik yürümedikleri sonucuna varmıştır.91
2. Bu
konudaki araştırmalarıyla ünlü diğer evrimci anatomist Charles E. Oxnard da Australopithecus
cinsinin iskelet yapısının günümüz orangutanlarınınkine benzediği sonucuna
varmıştır.92
3. 1994
yılında İngiltere'de Liverpool Üniversitesi'nden Fred Spoor ve ekibi, Australopithecus'un
iskeleti ile ilgili kesin bir sonuca varmak için kapsamlı bir araştırma yaptı.
İskeletlerde, vücudun yere göre konumunu belirleyen "salyangoz"
isimli bir organ üzerinde incelemeler yürütüldü. Spoor'un vardığı sonuç, Australopithecus'un
insanlarınkine benzer bir yürüyüş şekline sahip olmadığıydı.93
4. 2000 yılında
B. G. Richmond ve D. S. Strait isimli bilim adamlarının gerçekleştirdiği ve Nature
dergisinde yayınlanan bir araştırmada Australopithecinelerin önkol
kemikleri incelendi. Karşılaştırmalı anatomik incelemeler, bu türün günümüzde
yaşayan ve 4 ayak üzerinde yürüyen maymunlarla aynı önkol anatomisine sahip
olduğunu gösterdi.94
Nitekim yıllar önce ünlü evrimci Richard
Leakey de Australopithecinelerin yürüyüş şekillerinin maymunlarınkine
benzediğini söylemişti:
Aslında Rudolf Australopithecineleri
"boğum yürüyüşlü" pozisyonuna, günümüze kadar gelen Afrikalı
maymunlar kadar yakın olabilir.95
Washington Üniversitesi Tıp Fakültesinden
Christine Berg de, 1994 yılında Journal of Human Evolution adlı dergide
yayınlanan yazısında Australopithecus'un yürüyüş ve duruş şekillerini
incelemiş ve insanlardan çok farklı oldukları sonucuna varmıştır:
Mevcut sonuçlar, Australopithecus'un
iki ayaklılığının Homo cinsinden farklı olması gerektiği sonucuna getiriyor.
Sadece Australopithecus'un yürürken kalça ve dizlerini uzatma yeteneği daha az
olduğu için değil, ancak aynı zamanda leğen kemiğini ve bacaklarının alt
kısmını daha farklı hareket ettirdiği için. Görüldüğü kadarıyla
Australopithecine insanlardan belirgin şekilde farklı yürüyordu; yürüyüşü
paytaktı, leğen kemiği ve omuzları omurgasının çevresinde geniş dönüşler
yapıyordu. Bu tür bir yürüyüş insanın iki ayaklılığına oranla daha fazla enerji
gerektirir.96
Londra Doğa Tarihi Müzesi Paleontoloji
Bölümü'nden profesör Peter Andrews da Australopithecus'un daha çok
maymunsu özellikler gösterdiğini, ağaçlarda yaşamaya uygun ayak yapısı olduğunu
belirtmektedir. Profesör Andrews Nature dergisinde yayınlanan
makalesinde şöyle demektedir:
Gelişimsel özellikleri de insandan çok
maymunlara benzemektedir. Filogenetik açıdan hominidler veya değiller, ancak
bana göre ekolojik açıdan hala maymun olarak kabul edilmelidirler. 97
Profesör Charles E. Oxnard, Australopithecinelerin
ara geçiş formu veya insanımsı olamayacaklarını, bunların özgün bir grup
olduklarını şöyle kabul etmektedir:
Her durumda, ilk incelemeler
Australopithecus fosillerinin insanlara benzer olduğunu veya en kötü ihtimalle
insanlarla Afrika maymunları arasında geçiş formu olduklarını öne sürse de,
kanıtlarının tamamının incelenmesi gerçeğin farklı olduğunu göstermektedir. Bu
fosiller açıkça hem insanlardan hem de Afrika maymunlarından farklıdırlar...
Australopithecus özgündür...98
Australopithecus'un insanın atası sayılamayacağı, ünlü Fransız bilim dergisi Science
et Vie gibi bilim dergileri tarafından da kabul edilmektedir. Derginin
Mayıs 1999 sayısında bu konu kapak yapılmıştır. Australopithecus afarensis
türünün en önemli fosil örneği sayılan Lucy'i konu alan dergi, "Adieu
Lucy" (Elveda Lucy) başlığını kullanarak Australopithecus türü
maymunların insan soyunun kökeni olmadığı ve bunların soy ağacından çıkarılması
gerektiğini yazmıştır.99
Australopithecus'un zaman içinde iki ayaklı hale geldiği tezinin tutarsızlığını
gösteren son bir bulgu, Afrika ülkelerinden Uganda'nın Bwindi ormanlarında
rastlanan şempanzelerdir. Liverpool Üniversitesi araştırmacılarından Robin
Crompton'un keşfettiği şempanzelerin özelliği zaten iki ayak üzerinde yürüyor
olmalarıdır. İskoçya'nın The Scotsman gazetesinde "İki Ayaklı
Maymunlar Darwin'i Çiğnedi" başlığıyla verilen haberde Crompton şu yorumu
yapmaktadır: "Bu durum, genelde kabul edilen, dört ayağı üzerinde
yürüyen şempanzelerden evrimleştiğimiz iddiasına aykırı."100
Görüldüğü gibi Australopithecus'un
insanın atası sayılması için hiçbir neden yoktur. Bu cinse ait canlılar soyu
tükenmiş bir maymun türünden başka bir şey değildir.
Homo habilis
Australopithecus'un iskelet ve kafatası yapılarının şempanzelerden neredeyse farksız
oluşu ve canlıların dik yürüdükleri iddiasının da sağlam kanıtlarla
çürütülmesi, evrimci paleoantropologları oldukça zor durumda bırakmıştır. Çünkü
hayali evrim şemasında Australopithecus'dan sonra Homo erectus
gelir. Homo erectus, isminin başındaki "Homo" yani
"insan" teriminden de anlaşıldığı gibi bir insan grubudur ve iskeleti
de tamamen diktir. Kafatası hacmi Australopithecus'un iki katı kadardır.
Şempanze benzeri bir maymun türü Australopithecus'dan, günümüz
insanından farksız bir iskelete sahip olan Homo erectus'a geçmek ise,
evrimci teoriye göre bile mümkün değildir. Dolayısıyla "bağlantı"lar,
yani "ara form"lar gerekir. İşte Homo habilis kavramı, bu
zorunluluktan doğmuştur.
Homo habilis sınıflandırması 1960'lı yıllarda ailece "fosil avcısı"
olan Leakeyler tarafından ortaya atıldı. Leakeylere göre, Homo habilis
olarak sınıflandırdıkları bu yeni tür canlı, dik yürüme yeteneğine, göreceli
olarak büyük bir beyin hacmine, taştan ve tahtadan alet kullanma yeteneğine
sahipti. Bu sebeple insanın atası olabilirdi.
Oysa 80'li yılların ortalarından sonra
bulunan aynı türe ait yeni fosiller, bu görüşü tamamen değiştirecekti. Yeni
bulunan fosillere dayanan Bernard Wood ve Loring Brace gibi araştırmacılar,
bunların, "alet kullanabilen insan" anlamına gelen Homo habilis
yerine, "alet kullanabilen Güney Afrika maymunu" anlamına gelen Australopithecus
habilis olarak sınıflandırılması gerektiğini söylediler. Çünkü Homo
habilis, Australopithecus ismi verilen maymunlarla birçok ortak
özellik taşıyordu. Aynı Australopithecus gibi uzun kollu, kısa bacaklı
ve maymunsu bir iskelet yapısına sahipti. El ve ayak parmakları tırmanmaya
uyumluydu. Çene yapıları tamamen günümüz maymunlarınınkine benziyordu. 630
cc.'lik beyin hacimleri de bunların birer maymun olduklarının bir
göstergesiydi. Kısacası bazı evrimciler tarafından bir ara form olarak
gösterilen Homo habilis, gerçekte tüm diğer Australopithecineler
gibi soyu tükenmiş bir maymundu.
İlerleyen yıllarda yapılan araştırmalar, Homo
habilis'in gerçekten de Australopithecus'tan farklı bir canlı
olmadığını ortaya koydu. 1984 yılında Tim White tarafından bulunan ve OH62 ismi
verilen iskelet ve kafatası fosili, bu türün günümüz maymunlarınınki gibi küçük
beyin hacmine, dallara tırmanmaya yarayan uzun kollara ve kısa bacaklara sahip
olduğunu gösterdi.
Amerikalı antropolog Holly Smith'in 1994
yılında yaptığı detaylı analizler de yine Homo habilis'in aslında Homo
yani insan değil, maymun olduğunu gösterdi. Smith, Australopithecus, Homo
habilis, Homo erectus ve Homo neandertalensis türlerinin
dişleri üzerinde yaptığı analizler hakkında şöyle diyordu:
Dişlerin gelişimi ve yapısı kriterine
dayanarak yaptığımız analizler, Australopithecus ve Homo habilis türlerinin
Afrika maymunlarıyla aynı kategoride olduklarını, ancak Homo erectus ve
Neandertal türlerinin günümüz insanlarıyla aynı yapıya sahip olduğunu
göstermektedir. 101
Aynı yıl Fred Spoor, Bernard Wood ve Frans
Zonneveld, çok farklı bir yöntemle yine aynı sonuca ulaştılar. Bu yöntem, başta
belirttiğimiz gibi insan ve maymunların iç kulaklarında yer alan ve denge sağlamaya yarayan yarı-çembersel kanalların
karşılaştırmalı analizine dayanıyordu. Spoor, Wood ve Zonneveld insan
morfolojisi gösteren ilk fosillerin Homo erectus grubuna ait olduğunu, Australopithecus'un
-ve Australopithecus robustus olarak bilinen Paranthropus'un- ise
klasik maymun karakteri sergilediğini şöyle özetlediler:
Fosil hominidler arasında, modern
insan morfolojisini gösteren ilk tür Homo erectus'tur. Tersine, Güney
Afrika'dan gelen ve Australopithecus ve Paranthropus olarak yorumlanan
kafatasındaki yarı dairesel kanal boyutları, günümüze kadar yaşayan büyük
maymunlara benzemektedir.102
Stw 53 adındaki Homo habilis örneği
üzerinde de incelemeler yapan Spoor, Wood ve Zonneveld, şaşırtıcı bir biçimde,
"Stw 53'ün, Australopithecinelerden daha az iki ayaklı davranışları
gösterdiğini" buldular. Bu H. habilis örneğinin Australopithecus
türünden çok daha fazla maymuna benzediği anlamına geliyordu. Dolayısıyla söz
konusu bilim adamları, Stw 53'ün "Australopithecineler ve H.
erectus'da görülen morfolojiler arasında ara geçiş olmasının mümkün
olmadığı" sonucuna vardılar.103
Wood ve Collard 1999 yılında Science
dergisinde yayınlanan yazılarında ise vardıkları sonucu şöyle tekrarladılar:
Homo için doğrulanabilir kriterler
üzerine kurularak düzeltilmiş bir tanım sunuyoruz; ve buna göre Homo habilis ve
Homo rudolfensis'in Homo cinsine dahil olmadığı sonucuna varıyoruz. 104
Hatta S. Scherer-Hartwig ve R. D. Martin
gibi bazı bilim adamları da yaptıkları incelemeler sonucunda, Homo habilis'in
Australopithecus'dan daha çok maymun özellikleri gösterdiklerini
belirttiler:
Australopithecus afarensis'e (AL 288-1,
"Lucy") ve Homo habilis'e (OH 62, "Lucy'nin çocuğu") isnat
edilen yetişkin iskeletlerinin her ikisi de alt ve üst uzuvların kalıntılarını
içeriyor. Bu iskeletlerin farklı uzuv kemiği ölçüleri arasındaki ilişki Afrika
maymunlarının ve insanlarınki ile kıyaslandı. Şaşırtıcı olarak, OH 62'nin
Afrika maymunlarına AL 288-1'den daha çok benzerlik gösterdiği ortaya çıktı.
Ancak iskeleti 1 milyon yıl daha yaşlı olan A. afarensis, Homo habilis'in atası
olarak kabul edilmektedir.105
Ian Tattersall ise "The Many Faces of
Homo habilis" (Homo habilis'in Farklı Yüzleri) adlı
makalesinde şu yorumu yapmaktadır:
Giderek daha da açık hale geliyor ki,
Homo habilis diğer hiçbir sınıflandırmaya dahil edilemeyen fosillerin bir araya
toplandığı bir artık sepeti haline geldi, ve bu haliyle bir çok yönüyle
birbirine hiç benzeşmeyen bir çok insansı fosilin toplandığı bir kategori
olmaktan öteye gitmiyor. 106
Baştan beri incelediğimiz tüm bu
bulguların sonucunu özetlemek gerekirse, şu iki önemli sonuca varılabilir:
(1) Homo habilis adıyla anılan
fosiller, gerçekte Homo yani insan sınıflamalarına değil, Australopithecus
(maymun) sınıflamalarına dahildir.
(2) Hem Homo habilis hem de Australopithecus
türleri, eğik yürüyen, yani maymun iskeletine sahip canlılardır. İnsanlarla
ilgileri yoktur, insanın sözde soy ağacındaki ara geçiş formları değillerdir.
Homo erectus
Homo erectus "dik yürüyen insan" anlamına gelir. Evrimciler bu
insanları, "erect" yani "dik" sıfatı ile öncekilerden
ayırmak zorunda kalmışlardır. Çünkü eldeki tüm Homo erectus fosilleri, Australopithecus
ya da Homo habilis örneklerinin aksine diktir. Günümüz insanının
iskeleti ile Homo erectus iskeleti arasında hiçbir fark yoktur.
Evrimcilerin Homo erectus'u
"ilkel" saymaktaki en önemli dayanakları ise, kafatası hacminin (900-1100
cc) günümüz insanının ortalamasından küçüklüğü, dar alnı ve kalın kaş
çıkıntılarıdır. Oysa bugün de dünyada Homo erectus'la aynı kafatası
ortalamasında pek çok insan yaşamaktadır (örneğin pigmeler) ve bugün de çeşitli
ırklarda dar alın ve kaş çıkıntıları vardır (örneğin Avustralya yerlileri
Aborijinlerde).
Kafatası hacmi farklılığının zeka ve
beceri yönünden hiçbir fark oluşturmadığı ise, bilinen bir gerçektir. Zeka,
beynin hacmine göre değil, beynin kendi içindeki organizasyonuna göre değişir.107
Homo erectus'u dünyaya tanıtan fosiller, her ikisi de Asya'da bulunan Pekin
Adamı ve Java Adamı fosilleriydi. Ancak zamanla bu iki kalıntının da güvenilir
olmadıkları anlaşıldı. Pekin Adamı, sadece alçıdan yapılmış ve aslı kaybolmuş
modellerden ibaretti, Java Adamı ise bir kafatası parçası ile ondan metrelerce
uzakta bulunmuş bir leğen kemiğinden oluşuyordu ve bunların aynı canlıya ait
olduğuna dair hiçbir gösterge yoktu. Bu nedenle Afrika'da bulunan Homo
erectus fosilleri giderek daha fazla önem kazandı.
Afrika'da bulunan Homo erectus
fosillerinin en ünlüsü olan Turkana Çocuğu'nun da incelenmesiyle, Homo
erectus'un günümüz insanından bir farklılığının olmadığı kesinlik kazandı.
Evrimci paleoantropolog Richard Leakey bile Homo erectus'un
günümüz insanı ile olan farklılığının ırksal farklılıktan öte bir anlam
taşımadığını şöyle ifade eder:
Herhangi bir kişi farklılıkları fark
edebilir: Kafatasının biçimi, yüzün açısı, kaş çıkıntısının kabalığı vs. Ancak
bu farklılıklar bugün değişik coğrafyalarda yaşamakta olan insan ırklarının
birbirleri arasındaki farklılıklardan daha fazla değildir. Böyle bir varyasyon,
topluluklar birbirlerinden uzun zaman aralıklarında ayrı tutuldukları zaman
ortaya çıkar.108
Connecticut Üniversitesi'nden profesör
William Laughlin, Eskimolar ve Aleut Adaları insanları üzerinde uzun yıllar
anatomik incelemeler yapmış ve bu insanlar ile Homo erectus'un şaşırtıcı
derecede birbirlerine benzediklerini görmüştür. Laughlin'in vardığı sonuç, tüm
bu ırkların gerçekte Homo sapiens türüne (günümüz insanına) ait farklı
ırklar olduğudur:
Hepsi Homo sapiens türüne ait olan
Eskimolar ve Avustralya yerlileri gibi uzak gruplar arasındaki büyük
farklılıkları dikkate aldığımızda, Homo erectus'un da kendi içinde farklılıklar
taşıyan bu türe (Homo sapiens'e) ait olduğu sonucuna varmak çok mantıklı
gözükmektedir.109
Homo erectus'un yapay bir sınıflama olduğu, Homo erectus kategorisine
dahil edilen fosillerin gerçekte Homo sapiens'ten ayrı bir tür sayılacak
kadar farklılık taşımadığı, bilim dergilerinde de giderek daha fazla dile
getirilmektedir. American Scientist dergisinde, bu konudaki tartışmalar
ve 2000 yılında bu konuda yapılan bir konferansın sonucu şöyle özetlenmektedir:
Senckenberg konferansına katılanların
çoğu, Michigan Üniversitesi'nden Milford Wolpoff, Canberra Üniversitesi'nden
Alan Thorne ve meslektaşları tarafından başlatılan ve Homo erectus'un
taksonomik statüsünü ele alan ateşli tartışmaya dahil oldular. Bunlar (Wolpoff
ve Thorn) güçlü bir şekilde, Homo erectus'un bir tür olarak geçerliliği bulunmadığını,
tamamen ortadan kaldırılması gerektiğini savundular. Homo cinsinin tüm üyeleri,
2 milyon yıl öncesinden günümüze kadar, varyasyona oldukça açık ve geniş
alanlara yayılmış tek bir tür, yani Homo sapiens türüydü onlara göre, ve bu tür
içinde doğal kırılmalar ve alt bölünmeler bulunmuyordu. Konferansın konusu,
Homo erectus'un var olmadığıydı.110
Üstteki tezi savunan bilim adamlarının
vardığı sonuç, "Homo erectus, Homo sapiens'ten farklı bir
tür değil, Homo sapiens içindeki bir ırktır" şeklinde de özetlenebilir.
Bir insan ırkı olan Homo erectus ile "insanın evrimi"
senaryosunda kendisinden önce gelen maymunlar (Australopithecus, Homo
habilis ve Homo rudolfensis) arasında ise büyük bir uçurum vardır.
Yani fosil kayıtlarında beliren ilk insanlar, evrim süreci olmadan, aynı anda
ve aniden ortaya çıkmışlardır.
Homo
sapiens archaic, Homo heilderbergensis ve Cro-Magnon
Homo sapiens archaic, hayali evrim şemasının günümüz insanından bir önceki basamağını
oluşturur. Aslında bu insanlar hakkında evrimciler açısından söylenecek bir şey
yoktur, zira bunlar günümüz insanından ancak çok küçük farklılıklarla
ayrılırlar. Hatta bazı araştırmacılar, bu ırkın temsilcilerinin günümüzde hala
yaşamakta olduklarını söyleyerek Avustralyalı Aborijin yerlilerini örnek
gösterirler. Aborijin yerlileri de aynı bu ırk gibi kalın kaş çıkıntılarına,
içeri doğru eğik bir çene yapısına ve biraz daha küçük bir beyin hacmine
sahiptirler. Ayrıca çok yakın bir geçmişte Macaristan'da ve İtalya'nın bazı
köylerinde bu insanların yaşamış olduklarına dair çok ciddi bulgular ele
geçirilmiştir.
Evrimci literatürde Homo
heilderbergensis olarak tanımlanan sınıflandırma ise, aslında Homo
sapiens archaic'le aynı şeydir. Aynı insan ırkını tanımlamak için bu iki
ayrı kavramın kullanılmasının nedeni, evrimciler arasındaki görüş
farklılıklarıdır. Homo heilderbergensis sınıflamasına dahil edilen tüm
fosiller, anatomik olarak günümüz Avrupalılarına çok benzeyen insanların
günümüzden 500 bin, hatta 780 bin yıl önce İngiltere'de ve İspanya'da
yaşadıklarını göstermektedir.
Cro-magnon sınıflaması ise, 30.000 yıl
önceye kadar yaşadığı tahmin edilen bir ırktır. Kubbe şeklinde bir kafatasına,
geniş bir alına sahiptir. 1600 cc'lik kafatası hacmi, günümüz insanının
ortalamasından fazladır. Kafatasında kalın kaş çıkıntıları vardır ve arka
kısımda, Neandertal Adamı'nın ve Homo erectus'un karakteristik özelliği
olan kemiksi çıkıntı bulunmaktadır.
Avrupalı bir ırk olarak kabul edilmesine
karşın, Cro-magnon kafatasının yapısı ve hacmi, günümüzde Afrika ve tropik
iklimlerde yaşayan bazı ırklara fazlasıyla benzemektedir. Bu benzerliğe
dayanarak, Cro-magnon'un Afrika kökenli eski bir ırk olduğu tahmin edilir.
Diğer bazı paleoantropolojik bulgular, Cro-magnon ve Neandertal ırklarının
birbirleri ile kaynaşarak, günümüzdeki bazı ırklara temel oluşturduklarını
göstermektedir.
Sonuç itibariyle, bu insanların hiçbiri
"ilkel tür"ler veya ara geçiş formları değildir. Tarih içinde yaşamış
veya diğer ırklara karışıp asimile olarak ya da soyları tükenip yok olarak
tarih sahnesinden çekilmiş farklı insan ırklarıdır.
Fosil
kayıtlarında insanlar hep insan, maymunlar ise hep maymun olarak bulunmaktadır
Buraya kadar incelendiği gibi, fosil
kayıtlarından elde edilen bilgiler, insanın evrimi senaryosunun hiçbir bilimsel
dayanağı olmadığını göstermektedir. Fosil kayıtlarında ya insanlara ya da
maymun ve maymun benzeri canlılara ait kalıntılar bulunmaktadır; evrimcilerin
bulmayı umdukları ara geçiş formlarından ise eser yoktur. Nitekim böyle bir
evrimi sağlayabilecek bir doğa mekanizması da yoktur. Daha tek bir protein
molekülünün tesadüfen nasıl ortaya çıkmış olabileceğini açıklayamayan evrim
teorisinin, insan gibi son derece kompleks bir bedene, düşünmek, sevinmek,
karar vermek, idrak etmek, estetikten ve sanattan zevk almak, beste yapmak,
resim çizmek, kitap yazmak gibi yetenek ve özelliklere sahip bir varlığın
rastlantısal mutasyonlar sonucunda maymun benzeri hayvanlardan nasıl
evrimleştiğini açıklayabilmesi, kesinlikle imkansızdır.
Kısacası insanın evrimle ortaya çıktığına
dair hiçbir kanıt yoktur ve zaten böyle bir değişimin olması da mümkün
değildir. Evrimcilerin bunu kabullenmek istemeyişleri, gerçeği değiştirmez.
İnsanın Yaratıcısı tesadüfler değil, alemlerin Rabbi olan, Üstün ve Güçlü, Yüce
Allah'tır.
Sahte Ara Formlar
Buraya kadar olan bölümlerde evrim teorisi
için son derece önemli olan ara geçiş formlarına ait fosillerin
bulunmadıklarından söz ettik. Ancak buna rağmen evrimci kitaplarda, dergilerde
veya bazı ders kitaplarında adı geçen "ara geçiş formları" vardır.
Hatta bunların birçoğu, örneğin Archæopteryx veya Lucy, evrim teorisinin
sembolü haline gelmiştir. Bazen de gazete ve dergilerde, "kayıp halka
bulundu" benzeri başlıklarla duyurulan haberler okursunuz. Bu haberlerde,
bulunan bir fosilin, evrimcilerin yıllardır aradıkları ara geçiş formu olduğu
iddia edilir. Öyle ise bu adı geçen ara geçiş formları nelerdir?
Bu bölümde birçoğunu ele alacağımız bu
sözde ara geçiş formları, gerçekte ara formlar değillerdir. Hepsi bir başka
türle arasında ata-torun ilişkisi bulunmayan, özgün ve eksiksiz yapıda türlere
ait canlıların fosilleridir. Ancak evrimciler taraflı yorumlarla, bazen
sahtekarca yöntemler kullanarak bunları ara formlar olarak tanıtırlar.
İlerleyen sayfalarda da görüleceği gibi, tüm bu sözde ara formlar evrimcilerin
arasında da ihtilaf konusudur. Hatta gerçekleri kabullenmekten çekinmeyen bazı
evrimciler bunların ara form olmadıklarını kabul ederek duyurmaktadırlar.
Cœlacanth
Cœlacanth,
yaklaşık 150 cm boyunda, iri yapılı, zırhı andıran ve bütün gövdesini kaplayan
kalın pullara sahip bir balıktır. Kemiklibalıklar (Osteichthyes)
sınıflamasına aittir ve fosillerine ilk olarak Devoniyen(408-360 milyon yıl
arası) dönemine ait katmanlarda rastlanmaktadır. 1938 yılına kadar birçok
evrimci zoolog bu canlının, gövdesindeki iki adet çiftli yüzgeçleri kullanarak
deniz tabanında yürüdüğünü ve deniz-kara hayvanları arasında bir geçiş formu
olduğunu varsayıyordu. Evrimciler bu iddialarına dayanak olarak ellerinde
bulunan Cœlacanth fosillerinin yüzgeçlerindeki kemikli yapıları
gösteriyorlardı. Ancak 1938 yılında yaşanan bir gelişme bu ara tür iddiasını
tamamen çürüttü. Güney Afrika Cumhuriyeti açıklarında canlı bir Cœlacanth
ele geçirildi! Üstelik en az 70 milyon yıl önce ortadan kalktığı düşünülen bu
canlı türü üzerinde yapılan incelemeler Cœlacanthların 400 milyon
yıldır hiçbir değişikliğe uğramadıklarını gösteriyordu.
Focus
dergisinin Nisan 2003 sayısında bu bulgunun meydana getirdiği şaşkınlık şu
ifadelerle ortaya konmaktadır:
Aslında canlı bir dinozor bulunmuş
olsaydı, bu çok daha az şaşırtıcı olurdu. Çünkü fosiller Coelacanth'ın,
dinozorların sahneye çıkmasından 150-200 milyon yıl önce var olduklarını
gösteriyor. Birçok bilim insanının kara omurgalılarının atası olarak
gösterdiği, en az 70 milyon yıl önce yok olduğu sanılan balık, canlı bulunmuştu!
111
Sonraki yıllarda hepsi canlı yaklaşık 200
tane Cœlacanth (Latimera chalumnae) ele geçirildi. Hiçbir
değişime uğramayan balıkların 150 ila 600 metre arası derinlikte yaşadıkları ve
mükemmel bir bedene sahip oldukları anlaşıldı. 1987 yılında Max Planck
Enstitüsü'nden profesör Hans Fricke, Geo adındaki mini denizaltıyla, Afrika'nın
doğusunda yer alan Komor Adaları çevresinde 200 metre kadar derinliğe inerek bu
canlıları doğal ortamlarında gözlemledi. Gördü ki, kemikli yüzgeçler,
tetrapodlarda (dört ayaklı kara canlılarında) yürüme görevi gören uzantılarla
hiçbir işlevsel bağlantı göstermiyordu.
Focus
dergisinde bu araştırmanın sonuçları şöyle aktarılmaktadır:
Esnek yüzgeçlerinin, dört ayaklı
kara omurgalılarınınkine benzer bir işlevi yoktu. Bunlar,
hayvanın baş aşağı ve geri geri de dahil olmak üzere, her yöne yüzmesini
sağlıyordu.112
400 milyon yıllık dönemde hiçbir değişim
izi göstermeyen bir canlı olan Cœlacanth evrimcileri çok zor durumda
bırakmıştır. Üstelik Cœlacanthların hiçbir değişim yaşamadığı 400 milyon
yıllık dönemdeki kıta hareketleri düşünüldüğünde evrimcilerin tamamen çaresiz
kaldıkları görülür. Focus dergisinde bu konuda şunlar yazılmaktadır:
Bilimsel verilere göre, günümüzden
yaklaşık 250 milyon yıl önce, tüm kıtalar birleşikti. Pangea adı verilen bu
büyük kara parçasını tek ve dev bir okyanus çevreliyordu. Yaklaşık 125 milyon
yıl önce, kıtaların yer değiştirmesi sonucunda, Hint Okyanusu açıldı.
Günümüzde, Cœlacanthların doğal ortamlarının önemli bir parçasını oluşturan
Hint Okyanusu'ndaki volkanik mağaralar da kıta hareketlerinin etkisiyle ortaya
çıktı. İşte tüm bu verilerin ışığında önemli bir gerçek daha karşımıza çıkıyor.
Yaklaşık 400 milyondan beri var olan bu hayvanların, doğal ortamlarında meydana
gelen bunca değişikliğe rağmen değişmediği gerçeği!113
Tam 400 milyonluk dönemde Cœlacanth'da
hiçbir değişiklik yaşanmaması, canlılığın evrimle ortaya çıktığı ve canlılarda
sürekli bir evrim olduğu teziyle açıkça çelişmektedir.
Dahası Cœlacanth, evrim teorisinin
hayali bir geçişle birbirine bağladığı deniz ve kara canlıları arasındaki derin
uçurumu ortaya çıkarmaktadır. Profesör Keith S. Thomson'un The Story of the
Coelacanth (Cœlacanth'ın Hikayesi) ismini taşıyan kitabında şu
bilgiler aktarılmaktadır:
Örneğin, bilinen en eski Cœlacanth
(Diplocercides) da, kesinlikle aynı biçimde bir rostral organa (kafatasının
içinde bulunan peltemsi bir maddeyle dolu kese ve ona bağlı altı tüp,
zoologlarca rostral organ olarak adlandırılıyor), özel bir kafatası eklemine,
içi boş bir sırt ipine (notokord) ve az sayıda dişe sahipti. Tüm bunlar, grubun
Devoniyen dönemden beri (400 milyon yıldır) hemen hemen hiç değişmediğini
gösterdiği gibi, fosil kayıtları arasında büyük bir boşluğun olduğunu da
gösteriyor. Çünkü, Cœlacanthların hepsinde görülen ortak özelliklerin ortaya
çıkışını gösteren ata fosiller zincirine sahip değiliz.114
Coelacanth'ın
Evrimi Reddeden Kompleks Yapısı
Cœlacanth'ın
hiçbir atası olmadan aniden ortaya çıkışı ve milyonlarca yıl boyunca hiçbir
değişime uğramamasının yanında, Cœlacanthların kompleks yapıları da
evrimciler açısından büyük bir sorundur. Güney Afrika'da bulunan dünyaca ünlü
JLB Smith Balık Bilimi Enstitüsü'nün yöneticisi profesör Michael Bruton Cœlacanth'ı
son derece karmaşık bir hayvan olarak tanımlamaktadır.
Doğum, bu canlıların kompleks
özelliklerinden biridir. Cœlacanthlar yavrularını doğumla dünyaya
getirirler. Portakal büyüklüğündeki yumurtaları, balığın içindeyken çatlar.
Üstelik yavruların annenin bedeninden plasenta benzeri bir organ sayesinde
beslendiklerine dair bulgular mevcuttur. Plasenta anneden yavruya oksijen ve
besin sağlamanın yanı sıra yavrunun bedeninde solunum ve sindirimden arta kalan
maddeleri uzaklaştıran kompleks bir organdır. Karbonifer döneme ait (360-290
milyon yıl önceki dönem) embriyo fosilleri böyle kompleks bir sistemin
memelilerin ortaya çıkmasından çok önce var olduğunu göstermektedir. 115
Öte yandan, Cœlacanthların
çevredeki elektromanyetik alanlara duyarlı olduğunun tespit edilmesi bu
canlılarda kompleks bir duyu organının da varlığını göstermiştir. Bilim
adamları balığın rostal organının beyne bağlandığı sinirlerin düzenine bakarak,
bu organın elektromanyetik alanları algılama görevini yürüttüğünü kabul
etmektedirler. Bu mükemmel organın en eski Cœlacanth fosillerinde dahi
mevcut olması, diğer kompleks yapılarla birlikte ele alındığında evrimcilerin
çözümleyemeyeceği bir sorun ortaya çıkarmaktadır. Focus dergisinde bu
sorun şöyle ifade edilmektedir:
Fosillere göre, balıkların ortaya
çıktığı tarih, günümüzden yaklaşık 470 milyon yıl öncesine denk geliyor.
Cœlacanth'ın ortaya çıkması ise bu tarihten 60 milyon yıl sonra. Çok ilkel
özelliklere sahip olması beklenen bu yaratığın, son derece karmaşık bir yapı
sergilemesi şaşkınlık uyandırıyor.
Tüm bunlar evrim teorisine büyük birer
darbedir: Plasenta benzeri bir organın ve elektromanyetik dalgaları algılayan
kompleks yapıların bu kadar eski dönemlerde kusursuz şekilde bulunduklarının
gösterilmesi, doğa tarihinde evrim teorisinin iddia ettiği gibi basitten
komplekse doğru aşamalı evrim yaşanmadığını açıkça göstermektedir.
Cœlacanth'tan Evrime Bir Başka Darbe Daha:
Kan Özellikleri
1966 yılında ele geçirilen bir Cœlacanth
yakalandıktan hemen sonra donduruldu. Bilim adamları balığın kanı üzerinde
inceleme yaptıklarında çok şaşırdılar: Cœlacanth, köpek balığı kanı
taşıyordu!
Cœlacanth
dışındaki tüm kemiklibalıklar (Osteichthyes), deniz suyu içip, fazla
tuzu gövdelerinden atarak su gereksinimlerini karşılarlar. Cœlacanth'ın
gövdesinde bulunan sistem ise, kıkırdaklıbalıklar (Chondrichthyes)
sınfında bulunan köpek balığının gövdesindeki sistem gibidir. Köpek balığı,
proteinlerin parçalanması sonucunda açığa çıkan amonyağı üreye dönüştürür ve
insan için ölümcül olabilecek düzeylerde üreyi kanda tutar. Çevredeki suyun
tuzluluk oranına göre kanda bulunan bu maddelerin oranı ayarlanır, sonuçta kan,
deniz suyu ile izotonik duruma geldiğinden (içteki ve dıştaki suların ozmotik
basınçları eşitlendiği, yani aynı yoğunluğa ulaştıkları için) dışarıya su kaybı
olmaz. Cœlacanth'ın karaciğerinin üre üretmek için gereken enzimlere
sahip olduğu da ortaya çıkarılmıştır. Yani Cœlacanth, dahil edildiği
sınıflamada başka hiçbir türde bulunmayan ve ancak on milyonlarca yıl sonra
köpek balıklarında ortaya çıkan özgün kan özelliklerine sahiptir.
Focus, Cœlacanth'da
köpek balığı kanı bulunmasını, profesör Keith S. Thomson'un ifadesiyle
"evrimsel bir sorun" olarak nitelemektedir. Dergi sorunu daha açık
hale getirmekte ve moleküler analizlere dayanılarak, kıkırdaklıbalıklar
sınıfındaki köpek balıklarıyla, kemikli balıklar sınıfındaki Cœlacanthlar
arasında hiçbir evrimsel akrabalık kurulamadığını belirtmektedir. Görüldüğü
gibi iki canlı arasındaki benzerliğe getirilecek hiçbir evrim yanlısı açıklama
bulunmamaktadır. Evrimcilerin çoğu benzerliği açıklamada başvurdukları
moleküler analiz yöntemleri bile bu konuda bir işe yaramamaktadır.
Getirilebilecek tek açıklama, bu canlıların ortak bir yaratılışla, yani
Allah'ın yaratışıyla yaratıldıkları gerçeğidir.
Seymouria
Seymouria,
bazı evrimcilerin "sürüngenlerin atası" olarak gösterdikleri bir
amfibiyen türüdür. Oysa Seymouria'nın bir ara form olamayacağı, Seymouria'nın
yeryüzünde ilk kez ortaya çıkışından 30 milyon yıl öncesinde de sürüngenlerin
yaşadıklarının bulunmasıyla ortaya çıkmıştır. En eski Seymouria
fosilleri, Alt Permiyen tabakasına, yani bundan 280 milyon yıl öncesine aittir.
Oysa bilinen en eski sürüngen türleri olan Hylonomus ve Paleothyris,
Alt Pensilvanyen tabakalarında bulunmuşlardır ki, bu tabakalar 330-315 milyon
yıl öncesine aittir.116 "Sürüngenlerin
atası"nın sürüngenlerden çok sonra yaşamış olması, elbette imkansızdır.
Therapsida
Therapsidler,
evrimcilerin sürüngenlerle memeliler arasında ara geçiş formu olarak
gösterdikleri bir canlı türüdür. Bu iddianın geçersizliğini önceki bölümlerde
incelemiştik, burada kısaca yineleyelim.
Therapsida
takımına ait canlıların fosilleri, evrimcilerin iddialarını kanıtlamaz.
Herşeyden önce Therapsidler fosil kayıtlarında Darwinizm tarafından
beklenen kronolojik sırada ortaya çıkmazlar. Evrimcilerin iddialarının doğru
olabilmesi için, Therapsida fosillerinin en fazla sürüngen çenesi
özelliği taşıyandan en fazla memeli çenesi özellikleri taşıyana doğru bir çizgi
izlemesi gerekmektedir. Ancak fosil kayıtlarında böyle bir sıra
görülmemektedir.
Ünlü Darwinizm eleştirmeni Philip Johnson,
Darwin on Trial adlı kitabında bu konu hakkında şu yorumu yapar:
(Sürüngenler ve memeliler arasında)
Suni bir soy kökeni çizgisi oluşturulabilir, ancak bu yalnızca farklı alt
gruplara ait türleri keyfi olarak karıştırarak ve onları kronolojik sıra
dışında düzenleyerek gerçekleştirilebilir.117
Therapsidlerin
memelilerle ortak olan tek özelliği kulak ve çene kemikleridir. Sürüngenlerin
ve memelilerin üreme sistemleri ve diğer organlarındaki büyük farklılıklar
incelendiğinde ise, sürüngenlerin memelilere nasıl evrimleşmiş olabileceği
sorusunun cevaplanmaktan çok uzak olduğu görülecektir. Daha da ileriye gidecek
olursak, işler daha da zorlaşacaktır; özellikle de, primatlar, atlar,
yarasalar, balinalar, kutup ayıları, sincaplar, geviş getirenler gibi birçok
farklı kategoriyi içeren bir grup olan memelilerin nasıl olup da tesadüfi
mutasyonlar ve doğal seleksiyon ile sürüngenlerden evrimleşmiş olabilecekleri
sorusu, cevapsızdır.
Archæopteryx
Archæopteryx, evrimcilerin kuşların sözde evriminde delil gösterdikleri en
önemli canlıdır. Pek çok evrimci Archæopteryx'in hem sürüngen hem kuş
özellikleri gösteren bir ara geçiş formu olduğunu öne sürer. Ancak günümüzde
Alan Feduccia gibi evrimci otoriteler dahi bu iddianın geçersiz olduğunu kabul
etmektedir.
Günümüzden yaklaşık 150 milyon yıl önce
yaşamış olan Archæopteryx'in fosilleri üzerinde yapılan son incelemeler
bu kuşun bir ara geçiş formu değil, sadece günümüz kuşlarından biraz daha
farklı özelliklere sahip, soyu tükenmiş bir kuş türü olduğunu ortaya
çıkarmıştır.
Evrimcilerin Archæopteryx ile ilgili
ara geçiş formu iddiaları ve cevapları
1. Sonradan bulunan göğüs kemiği: Yakın zamana kadar Archæopteryx'in "sternum"unun,
yani göğüs kemiğinin olmaması, canlının uçamayacağının en önemli kanıtı olarak
gösterilmekteydi. (Göğüs kemiği, uçmak için gerekli olan kasların tutunduğu
göğüs kafesinin altında bulunan bir kemiktir. Günümüzde uçabilen veya uçamayan
tüm kuşlarda, hatta kuşlardan çok ayrı bir familyaya ait olan uçabilen memeli
yarasalarda bile bu göğüs kemiği vardır.)
Ancak 1992 yılında bulunan yedinci Archæopteryx
fosili bu argümanın yanlış olduğunu gösterdi. Zira bu son bulunan Archæopteryx
fosilinde evrimcilerin çok uzun zamandır yok saydıkları göğüs kemiği vardı. 118
Bu bulgu, Archæopteryx'in tam
uçamayan bir yarı kuş olduğu yönündeki iddiaların en temel dayanağını geçersiz
kıldı.
2. Tüylerin yapısı: Archæopteryx'in gerçek anlamda uçabilen bir kuş olduğunun en
önemli kanıtlarından bir tanesi de hayvanın tüylerinin yapısı oldu. Archæopteryx'in
günümüz kuşlarınınkinden farksız olan asimetrik tüy yapısı, canlının mükemmel
olarak uçabildiğini gösteriyordu. Ünlü paleontolog Carl O. Dunbar'ın belirttiği
gibi, "tüylerinden dolayı bu yaratık tam bir kuş özelliği
gösteriyordu".119
Paleontolog Robert Carroll ise konu hakkında
şu açıklamayı yapar:
Archæpoteryx'in uçuş tüylerinin
geometrisi modern uçucu kuşlarınki ile tamamen aynıdır, uçucu olmayan kuşların
ise tüyleri simetriktir. Tüylerin kanat üzerindeki düzeni de modern
kuşlarınkiyle benzerdir... Van Tyne ve Berger'e göre Archæopteryx'in
kanatlarının boyutu ve şekli, tavuk cinsinden kuşlar, kumrular, ağaçkakanlar,
çulluklar ve tüneyen ötücü kuşların çoğu gibi bitki örtüsünün sınırlı
açıklıkları boyunca hareket eden kuşlarınkine benzerdir... Uçuş tüyleri en az
150 milyon yıldan beri durağandır (değişmemiştir).120
3. Kanatlarındaki pençeler ve ağzındaki
dişler: Evrimciler Archæopteryx'in
kanatlarında pençeler ve ağzında dişler olmasını, bu canlının bir ara geçiş
formu olduğunun en önemli delili olarak sayıyorlardı. Oysa bu özellikler
canlının sürüngenlerle herhangi bir şekilde bir ilgisi olduğunu göstermez. Zira
günümüzde yaşayan iki tür kuşta, Touraco corythaix ve Opisthocomus
hoazin'de de dallara tutunmaya yarayan pençeler bulunmaktadır. Ve bu
canlılar, hiçbir sürüngen özelliği taşımayan, tam birer kuştur. Dolayısıyla Archæopteryx'in
kanatlarında pençeleri olduğu ve bu sebeple de bir ara form olduğu yolundaki
iddia geçersizdir.
Archæopteryx'in ağzındaki dişleri de yine canlıyı bir ara form kılmaz.
Evrimciler bu dişlerin bir sürüngen özelliği olduğunu öne sürerek
yanılmaktadırlar. Çünkü dişler sürüngenlerin tipik bir özelliği değildir.
Günümüzde bazı sürüngenlerin dişleri varken bazılarının yoktur. Daha da önemli
olan nokta, dişli kuşların Archæopteryx'le sınırlı olmamasıdır. Günümüzde
dişli kuşların artık yaşamadıkları bir gerçektir, ancak fosil kayıtlarına
baktığımız zaman gerek Archæopteryx ile aynı dönemde gerekse daha sonra,
hatta günümüze oldukça yakın dönemlere kadar "dişli kuşlar" olarak
isimlendirilebilecek ayrı bir kuş grubunun yaşamını sürdürdüğünü görürüz.
Daha önemlisi ise, Archæopteryx'in
ve diğer dişli kuşların diş yapılarının, bu kuşların sözde evrimsel ataları
olan dinozorların diş yapılarından çok farklı olmasıdır. L. D. Martin, J. D.
Stewart ve K. N. Whetstone gibi ünlü kuş bilimcilerin yaptıkları ölçümlere
göre, Archæopteryx'in ve diğer dişli kuşların dişlerinin üstü düzdür ve
geniş kökleri vardır. Oysa bu kuşların atası olduğu iddia edilen Theropod
dinozorlarının dişlerinin üstü testere gibi çıkıntılıdır ve kökleri de dardır.121 Aynı araştırmacılar, aynı zamanda Archæopteryx ile onun sözde
ataları olan Theropod dinozorlarının bilek kemiklerini karşılaştırmışlar
ve aralarında hiçbir benzerlik olmadığını ortaya koymuşlardır.122
Archæopteryx'in dinozorlardan evrimleştiğini iddia eden en önde gelen
otoritelerinden biri olan John Ostrom'un, bu canlı ile dinozorlar arasında öne
sürdüğü bazı "benzerlik"lerin ise gerçekte birer yanlış yorum olduğu
S. Tarsitano, M. K. Hecht ve A. D. Walker gibi anatomistlerin çalışmalarıyla
ortaya çıkmıştır.123
4. Archæopteryx'in kulak yapısı: A. D. Walker, Archaeopteryx'in kulak bölgesini de incelemiş
ve kulak yapısının günümüz kuşları ile aynı olduğunu belirtmiştir.124
5. Archæopteryx'in kanatları: Wales Üniversitesi, Biyoloji Bilimleri Enstitüsü'nden J. Richard
Hinchliffe embriyolar üzerinde modern izotopik teknik kullanarak, kuşların
kanatlarının II, III ve IV. parmaklardan oluşurken, Theropod
dinozorlarının ellerinin I, II ve III. parmaklardan oluştuğunu saptamıştır. Bu Archæopteryx-dinozor
bağlantısını savunanlar için büyük bir problemdir.125 Hinchliffe'nin araştırma ve gözlemleri, ünlü bilim dergisi Science'ın
1997 yılındaki bir sayısında şöyle yayınlanmıştır:
Theropodlarla kuş kemikleri arasındaki
homoloji, "dinozor-kökeni" hipotezi ile ilgili diğer bazı problemleri
akla getirmektedir. Bunlardan bazıları şunlardır: (i) Archæopteryx kanadı ile
kıyaslandığında, (vücut büyüklüğüne göre) theropodun çok daha küçük olan ön
kolu. Bu tip küçük kollar oldukça büyük bir dinozorun yerden yukarıya doğru
havalanması için ikna edici bir ön kanat değildirler. (ii) Theropodlardaki
bilek kemiği, sadece dört türde bulunmaktadır. Theropodların çoğu çok daha
fazla sayıda bilek kemiğine ait parçalara sahiptir. Bunun Archæopteryx ile
benzerlik oluşturması çok zordur. (iii) Zamanlama ile ilgili bir paradoks ise,
pek çok Theropod dinozorunun ve özellikle de kuşa benzeyen dromaesaur'ların
fosil kayıtlarında Archæopteryx'den daha sonra bulunmalarıdır.126
6. Zamanlama Uyumsuzluğu: Hinchliffe'nin belirttiği "zamanlama uyumsuzluğu",
evrimcilerin Archæopteryx hakkındaki iddialarına en öldürücü darbeyi
indiren gerçeklerden biridir. Amerikalı biyolog Jonathan Wells 2000 yılında
yayınlanan Icons of Evolution (Evrimin İkonaları) adlı kitabında, Archæopteryx'in
evrim adına adeta bir "ikona" (kutsal sembol) haline getirildiğini,
oysa delillerin bu canlının "kuşların ilkel atası" olmadığını açıkça
gösterdiğini vurgular. Wells'e göre bunun göstergelerinden biri, Archæopteryx'in
atası olarak gösterilen theropod dinozorların, aslında Archæopteryx'ten
daha genç olmalarıdır:
Yerde koşan koşan iki ayaklı
dinozorlar, Archæopteryx'in teorik atalarından beklenebilecek bazı özelliklere
sahiptirler, ama (fosil kayıtlarında) Archæopteryx'ten daha sonra ortaya
çıkarlar.127
Tüm bunlar, Archæopteryx'in bir ara
geçiş formu olmadığını; sadece "dişli kuşlar" olarak
isimlendirilebilecek ayrı bir sınıflandırmaya ait olduğunu gösterir. Bu canlıyı
theropod dinozorlarla ilişkilendirmek ise, son derece tutarsızdır. Amerikalı
biyolog, Richard L. Deem de "Demise of the 'Birds are Dinosaurs'
Theory" ("Kuşlar Dinozordur" Teorisinin Sonu) başlıklı
makalesinde, kuş-dinozor evrimi iddiası ve Archæopteryx hakkında şunları
yazmaktadır:
Son çalışmaların sonuçları
göstermektedir ki, theropod dinozorların elleri (ön kol kemiklerindeki)
birinci, ikinci ve üçüncü hanelerden türemiştir, ama kuşların kanatları,
ikinci, üçüncü ve dördüncü hanelerden türerler... 'Kuşlar dinozordur'
teorisiyle ilgili başka problemler de vardır. Theropodların ön ayakları
Archæopteryx'le kıyaslandığında, vücutlarına göre çok küçüktür. Bu canlıların
ağır vücutları da düşünüldüğünde, bir tür "ön-kanat" (proto-wing)
geliştirmeleri olası gözükmemektedir. Theropod dinozorların çok büyük bölümü
(kuşlarda bulunan) semilunatik bilek kemiğinden yoksundur ve Archæopteryx'te
hiçbir benzeri bulunmayan bazı bilek parçalarına sahiptir. Bütün theropodlarda
V1 sinirleri diğer bazı sinirlerle birlikte kafatasını yandan terk eder,
kuşlarda ise aynı sinirler kafatasını ön taraftan kendilerine ait bir delikten
geçerek terk eder. Bir başka sorun ise, Theropodların çok büyük kısmının
Archæopteryx'ten daha sonra ortaya çıkmış olmalarıdır.128
7. Diğer eski kuş fosilleri: Son dönemlerde bulunan bazı fosiller, Archæopteryx'le ilgili
evrimci senaryonun geçersizliğini başka yönlerden ortaya koymuştur.
1995 yılında Çin'de Omurgalılar
Paleontolojisi Enstitüsü'nde araştırmalar yapan Lianhai Hou ve Zhonghe Zhou
adlı iki paleontolog, Confuciusornis olarak isimlendirdikleri yeni bir
fosil kuş keşfettiler. 150 milyon yıllık Archæopteryx'e yakın bir
yaştaki (yaklaşık 140 milyon yıllık) bu kuşun dişleri yoktu, gagası ve tüyleri
ise günümüz kuşlarıyla aynı özellikleri göstermekteydi. İskelet yapısı da
günümüz kuşlarıyla aynı olan bu kuşun kanatlarında, Archæopteryx'te
olduğu gibi pençeler vardı. Kuyruk tüylerine destek olan "pygostyle"
isimli yapı bu kuşta da görülüyordu.129 Kısacası, evrimciler tarafından tüm kuşların en eski atası sayılan
ve yarı sürüngen kabul edilen Archæopteryx'e çok yakın bir yaşa sahip
olan bu canlı, günümüz kuşlarına çok benziyordu. Bu gerçek, Archæopteryx'in
bütün kuşların ilkel atası olduğu yönündeki evrimci tezlerle çelişiyordu.
Çin'de Kasım 1996'da bulunan bir başka
fosil, ortalığı daha da karıştırdı. 130 milyon yaşındaki Liaoningornis
isimli bu kuşun varlığı L. Hou, L. D. Martin ve Alan Feduccia tarafından Science
dergisinde yayınlanan bir makaleyle duyuruldu. Liaoningornis, günümüz
kuşlarında bulunan uçuş kaslarının tutunduğu göğüs kemiğine sahipti. Diğer
yönleriyle de bu canlı günümüz kuşlarından farksızdı. Tek farkı, ağzında
dişlerinin olmasıydı. Bu durum, dişli kuşların, hiç de evrimcilerin iddia
ettikleri gibi ilkel bir yapıya sahip olmadıklarını gösteriyordu.130 Nitekim Alan Feduccia, Discover dergisinde yayınlanan
yorumunda, Liaoningornis'in, kuşların kökeninin dinozorlar olduğu
iddiasını geçersiz kıldığını belirtmişti.131
Archæopteryx'le ilgili evrimci iddiaları çürüten bir başka fosil ise, Eoalulavis
oldu. Archæopteryx'ten 25-30 milyon yıl daha genç, yani 120 milyon
yaşında olduğu söylenen Eoalulavis'in kanat yapısının aynısı,
günümüzdeki bazı uçan kuşlarda görülüyordu. Bu da 120 milyon yıl önce,
günümüzdeki kuşlardan birçok yönden farksız canlıların göklerde uçmakta
olduklarını ispatlıyordu.132
2002 yılında ise R. N. Melchor, S. de
Valais, and J. F. Genise adlı bilim adamları Nature dergisinde, Archæopteryx'ten
55 milyon yıl önce yaşamış kuşlara ait ayak izleri bulduklarını açıkladılar:
Kuşların bilinen tarihi Geç Jurasik
dönemde (150 milyon yıl öncesi civarında) Archæopteryx ile başlar... Biz
burada, Arjantin'in fosil yataklarından, Geç Triyasik döneme ait açıkça kuş
özellikleri gösteren, iyi korunmuş ve zengin, bilinen ilk kuş iskeleti
kayıtlarından en az 55 milyon yıl önceye ait ayak izlerini tanımlıyoruz.133
Böylece Archæopteryx ve diğer arkaik
kuşların birer ara geçiş formu olmadıkları kesin bir biçimde ispatlanmış oldu.
Fosiller, farklı kuş türlerinin birbirlerinden evrimleştiklerini
göstermiyorlardı. Aksine, günümüz kuşlarının ve Archæopteryx benzeri
bazı özgün kuş türlerinin beraberce yaşadıklarını ispatlıyorlardı. Bu kuşların
bazılarının, örneğin Confuciusornis veya Archæopteryx'in soyları
tükenmiş, günümüze ancak az sayıdaki kuş gelebilmiştir.
Jeholornis
Çin'de bulunan ve Jeholornis olarak
adlandırılan bir kuş fosilinin uzun bir kuyruğa sahip olması, bazı evrimcilerin
bu fosili kuşların dinozorlardan evrimleştiğine delil olarak göstermelerine
neden oldu. Oysa, doğadaki birçok canlı türü bir diğeri ile benzer özellikler
taşıyabilmektedir ve bu türlerin birçoğunun arasında evrimciler dahi evrimsel
bir bağ kuramamaktadırlar. Sözgelimi ahtapotların göz yapısı insanların göz
yapısı ile çok benzerdir. Ama ahtapotlarla insanlar arasında evrimsel bir bağ
olduğunu evrimciler dahi iddia etmemektedirler. Sineklerin de kuşlar veya
yarasalar gibi kanatları vardır, ancak bu türlerin hiçbiri arasında evrimciler
açısından dahi, evrimsel bir akrabalık olduğunu öne sürmek mümkün değildir.
Dolayısıyla dinozorlarla kuşlar arasında benzer bazı özellikler olması
dinozorların kuşların atası olduğuna delil olarak gösterilemez. Nitekim,
yıllarca kuşların dinozorlardan evrimleştikleri teorisine karşı çıkan ve bu
teorinin yanlışlarını ortaya koyan kuş bilimci profesör Dr. Alan Feduccia, bir
evrimci olmasına rağmen, bu konuda şu tespitte bulunmaktadır:
Eğer biri tavuk iskeleti ile dinozor
iskeletine dürbünle bakarsa, ikisinin benzer olduğunu düşünebilir. Ancak
yakından ve detaylı bir inceleme aralarında pek çok farklılık olduğunu ortaya
çıkarıyor. Theropod dinozorlarının örneğin, eğri ve testere gibi uçları olan dişleri
vardı, ancak ilk kuşların düz ve kanca gibi dişleri vardı ve uçları testere
gibi değildi. Ayrıca her iki türün dişleri farklı şekillerde çıkıyor ve
yenileniyordu. 134
Ayrıca, farklı canlı gruplarının
özelliklerini üzerinde barındıran "mozaik canlılar"ın var olduğu
bilinen bir gerçektir ve bunların evrim teorisine delil olmadığı Stephen Jay
Gould gibi önde gelen evrimci otoriteler tarafından da kabul edilmiştir.135
Örneğin Avustralya'da yaşayan Platypus,
memeli, sürüngen ve kuş özelliklerini aynı anda üzerinde taşımaktadır. Ancak
evrimciler bu canlıya teorileri açısından bir açıklama getirememektedirler. Bir
kuşun uzun bir kuyruğunun olması da, onun dinozorlardan evrimleştiğine delil
olmaz. Evrim teorisinin bulması gereken canlılar "ara formlardır",
mozaik canlılar değildir. Ara formlar, eksik, yarım, işlevini tam göremeyen
organlara sahip olan canlılar olmalıdır. Oysa mozaik canlıların sahip oldukları
organların her biri eksiksiz ve kusursuzdur. Örneğin Jeholornis tam ve
güçlü bir uçucu kuştur.
Ayrıca bulunan bu fosilin 100 milyon
yıllık olduğu tespit edilmiştir. Bu kuştan yaklaşık 50 milyon yıl önce uçabilen
Archæopteryx gibi kuşlar zaten bulunmaktadır. Kuşların yarı dinozor-yarı
kuş atalarının kendilerinden 50 milyon yıl sonra yaşıyor olduklarını iddia
etmek, elbette mantıklı değildir.
Microraptor gui
2003 yılının Ocak ayında, Microraptor
gui adı verilen 130 milyon yıllık bir fosil dünyaya duyuruldu. Bu fosilin
dört kanatlı ve ağaçtan ağaca süzülen bir dinozora ait olduğu ileri sürüldü, bu
bulgunun kuşların dinozorlardan evrimleştiği teorisine kanıt olduğu iddia
edildi. Ancak çok kısa bir süre sonra bu iddiayı destekleyecek delil olmadığı
bilim adamları tarafından açıklandı.
Örneğin National Geographic
dergisinin Mayıs 2003 sayısında Christopher P. Sloan tarafından kaleme alınan
ve "Kanatların Efendisi" başlığını taşıyan bir yazıda, Microraptor
gui'nin evrimciler açısından kafa karıştırmaya devam ettiği, birçok bilim
adamının bu canlının uçamayacağı yönünde yorumlar yaptığı belirtilmektedir.
Sloan bu konuda şunları söylemektedir:
Ancak bilim adamları M. gui'nin
havalanacak kadar hızlı koştuğunu düşünmüyor. Ayrıca nasıl bir engelli koşucu
uzun etek giyip koşmaya kalkarsa tökezler, ayak tüyleri M. gui'yi de aynı
şekilde tökezletmiş olabilir. Bilim adamlarına göre bu bol tüyler belki de uçan
sincaplarda olduğu gibi paraşüt etkisi meydana getiriyordu. 136
Başka bilim adamları bu hayvanların
ağaçtan ağaca süzülürken uçmaya başladığı varsayımına da itiraz ediyorlar: Daha
kolayı varken bu canlıların kanat çırpıp enerji harcamalarını akla yatkın
görmüyorlar. Ayrıca bazı araştırmacılar M. gui'nin ayak tüylerinin
süzülerek bile olsa uçmaya elverişli olmadığını öne sürüyor.
Kısacası dino-kuş teorisi sadece
propaganda ve önyargıyla sürdürülen bir dogmadır. Microraptor gui
örneğinde de görüldüğü gibi, bu yönde yapılan her spekülasyon zaman içinde
çürüyüp terk edilmeye mahkumdur.
"Sinovenator changii", kuşların
atası değildir
Evrimciler Çin'de bulunan 130 milyon
yıllık "Sinovenator changii" isimli dinozor fosilinin kuşların
atası olduğunu öne sürmektedirler. Oysa bilinen en eski kuş olan Archæopteryx,
günümüzden 150 milyon yıl önce yaşamıştır, yani söz konusu fosilden 20 milyon
yıl daha yaşlıdır. Bu durumda, Sinovenator changii'nin kuşların atası
olması imkansızdır, çünkü günümüz kuşları ile aynı özelliklere sahip kuşlarla
aynı dönemlerde, hatta onlardan 20 milyon yıl sonra yaşamıştır.
Sinovenator changii'nin fosilinde tüylere rastlanmamış olmasına rağmen bazı evrimciler
bu canlının "muhtemelen tüylü olduğunu" varsaymaktadırlar. Bu
varsayıma dayanak olarak ise, bu fosilin bulunduğu bölgedeki diğer dinozor
fosillerinin tüylü oldukları gösterilmektedir.
Fosilde tüyler bulunmamasına rağmen, bu
fosilin tüyleri olduğunu varsaymak ve bundan yola çıkarak "dinozorlar
kesin olarak kuşların atasıdır" sonucunu çıkarmak elbette ki bilimsel
değildir. Dahası, sözü edilen Yixian Bölgesi'nde daha önce bulunan dinozor
fosillerindeki tüyler tartışmalıdır. Birçok bilim adamı, bu dinozorlardaki
yapıların tüy olmadığı görüşünde birleşmektedir.
Öne sürülen diğer hiçbir "tüylü
dinozor" adayı da kesin değildir. Bu canlıların fosillerinde bazı
"tüyümsü" yapılara rastlansa da, bunların gerçekte tüy olmadıkları
belirlenmiştir. Önceki sayfalarda da incelendiği gibi Fedduccia gibi otoriteler
bu yapıların "kolajen fiberleri" olduğunu ve tüy olarak kabul
edilmelerinin büyük hata olacağını savunmaktadırlar.137
Atın Evrimi Masalı
Memelilerin kökeni konusu içinde önemli
bir yer tutan başlık, uzunca bir zamandır evrimci kaynakların baş tacı
ettikleri "atın evrimi" efsanesidir. Bu bir efsanedir, çünkü bilimsel
bulgulara değil, hayal gücüne dayanır.
"Atın evrimi"ni sembolize ettiği
iddia edilen şemalar, yakın bir zamana kadar, evrim teorisine kanıt olarak
gösterilen fosil sıralamalarının en başında gelmekteydi. Oysa bugün pek çok
evrimci, atın evrimi senaryosunun geçersizliğini açıkça kabul etmektedir. Kasım
1980'de Chicago Doğa Tarihi Müzesi'nde 150 evrimcinin katıldığı, dört gün süren
ve kademeli evrim teorisinin sorunlarının ele alındığı bir toplantıda söz alan
evrimci Boyce Rensberger, atın evrimi senaryosunun fosil kayıtlarında hiçbir
dayanağı olmadığını şöyle anlatmıştır:
Yaklaşık 50 milyon yıl önce yaşamış
dört tırnaklı, tilki büyüklüğündeki canlılardan bugünün daha büyük tek tırnaklı
atına bir dizi kademeli değişim olduğunu öne süren ünlü atın evrimi örneğinin
geçersiz olduğu uzun zamandır bilinmektedir. Kademeli değişim yerine, her türün
fosilleri bütünüyle farklı olarak ortaya çıkmakta, değişmeden kalmakta, sonra
da soyu tükenmektedir. Ara formlar bilinmemektedir.138
Rensberger, dürüst bir tutumla atın evrimi
senaryosundaki bu önemli sorunu dile getirirken aslında tüm teorinin fosil
kayıtlarındaki en büyük açmazı "ara geçiş formları açmazı"nı gündeme
getirmiştir.
Atın evrimi şemaları hakkında Amerikan
Doğa Tarihi Müzesi'nden ünlü evrimci paleontolog Niles Eldredge de, hala
İngiltere Doğa Tarihi Müzesi'nin alt katında duran bu şema hakkında şunları
söyler:
Hayatın doğası hakkında her biri
birbirinden hayali bir sürü kötü hikaye vardır. Bunun en ünlü örneğiyse, belki
50 yıl önce hazırlanmış olan ve hala alt katta duran atın evrimi sergisidir.
Atın evrimi, birbirini izleyen yüzlerce bilimsel kaynak tarafından büyük bir
gerçek gibi sunulmuştur. Ancak şimdi, bu tip iddiaları ortaya atan kişilerin
yaptıkları tahminlerin, yalnızca spekülasyon olduklarını düşünüyorum.139
Peki "atın evrimi" senaryosunun
dayanağı nedir? Bu senaryo, Hindistan, Güney Amerika, Kuzey Amerika ve
Avrupa'da değişik zamanlarda yaşamış, farklı tür canlılara ait fosillerin
evrimcilerin hayal güçleri doğrultusunda küçükten büyüğe doğru dizilmesiyle
oluşturulan şemalarla ortaya atılmıştır. Farklı araştırmacıların öne sürdüğü
20'den fazla atın evrimi şeması vardır. Hepsi de birbirinden farklı olan bu soy
ağaçları hakkında evrimciler arasında da görüş birliği yoktur. Bu
sıralamalardaki tek ortak nokta, 55 milyon yıl önceki Eosen devrinde yaşamış Eohippus
(Hyracotherium) adlı köpek benzeri bir canlının atın ilk atası olduğuna
inanılmasıdır. Oysa atın milyonlarca yıl önce yok olmuş atası olarak sunulan Eohippus,
halen Afrika'da yaşayan ve atla hiçbir ilgisi ve benzerliği olmayan Hyrax
isimli hayvanın hemen hemen aynısıdır.140
Atın evrimi iddiasının tutarsızlığı, her
geçen gün ortaya çıkan yeni fosil bulgularıyla daha açık olarak
anlaşılmaktadır. Eohippus ile aynı katmanda, günümüzde yaşayan at
cinslerinin de (Equus nevadensis ve Equus occidentalis)
fosillerinin bulunduğu tespit edilmiştir.141 Bu, günümüzdeki at ile onun sözde atasının aynı zamanda yaşadığını
göstermektedir ki, atın evrimi denen sürecin hiçbir zaman yaşanmadığının
kanıtıdır.
Evrimci yazar Gordon R. Taylor,
Darwinizm'in açıklayamadığı konuları ele alan The Great Evolution Mystery
(Büyük Evrim Gizemi) adlı kitabında at serileri efsanesinin aslını şöyle
anlatır:
Darwinizm'in belki de en ciddi
zafiyeti, paleontologların, büyük evrimsel değişiklikleri gösterecek olan
akrabalık ilişkilerini ve canlı sıralamalarını ortaya koyamamalarıdır... At
serisi genellikle bu konuda çözüme kavuşturulmuş olan yegane örnek gibi
gösterilir. Ama gerçek şudur ki, Eohippus'tan Equus'a kadar uzanan sıralama çok
tutarsızdır. Bu sıralamanın, giderek artan bir vücut büyüklüğünü gösterdiği
iddia edilir, ama aslında sıralamanın ileriki aşamalarına konan canlıların
bazıları (sıralamanın en başında yer alan) Eohippus'tan daha büyük değil, daha
küçüktürler. Farklı kaynaklardan gelen türlerin biraraya getirilip ikna edici
bir görüntüye sahip olan bir sıralamada arka arkaya dizilmeleri mümkündür, ama
tarihte gerçekten bu sıralama içinde birbirlerini izlediklerini gösteren hiçbir
kanıt yoktur.142
Tüm bu gerçekler, evrim teorisinin en
sağlam delillerinden birisi gibi sunulan atın evrimi şemalarının, hiçbir
geçerliliğe sahip olmayan hayali sıralamalar olduklarını ortaya koymaktadır.
Diğer türler gibi atlar da, evrimsel bir ataya sahip olmadan var olmuşlardır.
Ramapithecus
Ramapithecus, evrim teorisinin en büyük ve en uzun süren yanılgılarından birisi
olarak kabul edilir. Bu isim, 1932 yılında Hindistan'da bulunan ve insan ile
maymun arasında 14 milyon yıl önce meydana gelen ayrımın ilk basamağı olduğu
iddia edilen fosil kayıtlarına verilmişti. Bulunduğu 1932 yılından, tamamen bir
hatadan ibaret olduğu anlaşılan 1982 yılına kadar 50 sene boyunca da evrimciler
tarafından kesin bir delil olarak kullanıldı.
Amerikalı evrimci Dr. Elwyn Simons, Ramapithecus
hakkında Scientific American'ın Mayıs 1977 sayısında şöyle yazmıştı: "Bu
soyu tükenmiş primat, hominid soy ağacımızdaki ilk halkalardan biridir. Bulunan
yeni örnekler onu insan evriminde hak ettiği yere yerleştirmiştir."
Simons daha sonra güvenle ekliyordu: "(Ramapithecus sayesinde) Homo
türüne kadar olan yol, bir çelişki korkusu olmaksızın açılmıştır." 143
Ramapithecus'un insan evrimindeki önemi Simons'ın Time dergisine yazdığı
Kasım 1977 tarihli yazıdan da anlaşılmaktaydı. Şöyle diyordu: "Ramapithecus
insanın tam bir atası olması için dizayn edilmiş gibidir. Eğer atamız değilse,
elimizde kesin hiçbir kanıt yoktur."144
Dr. Robert Eckhardt tarafından 1972'de Scientific
American'da yayınlanan birkaç sayfalık makalede Dryopithecus (soyu
tükenmiş bir goril türü) ile Ramapithecus dişleri arasında yapılan 24
farklı ölçümün sonuçlarına yer verilmişti. Dr. Eckhardt, bu ölçümlerle daha
önce şempanzeler arasında yaptığı ölçümleri karşılaştırmıştı. Bu
karşılaştırmalara göre, halen yaşamakta olan şempanzelerin dişleri arasındaki
fark, Ramapithecus ve Dryopithecus arasındaki farktan daha
fazlaydı. Eckhardt vardığı sonucu şöyle özetliyordu:
Eğer hominid kavramından kastedilen
şey, ufak bir yüze ve ufak bir çeneye sahip bir maymun değilse, bu süre içinde
(14 milyon yıl önce) herhangi bir insan-maymun arası canlının yaşadığına dair
elimizde delil yoktur.145
Richard Leakey'in de aynı Eckhardt gibi Ramapithecus
hakkında birtakım şüpheleri vardı. Leakey'e göre birkaç çene kemiğinden ibaret
olan Ramapithecus hakkında kesin bir yargı yürütmek için çok erkendi. Bu
fikirlerini Leakey, "Ramapithecus'un yeri doldurulamaz değildir ve
parçalanmış fosil buluntuları pek çok soruyu beraberinde getirmektedir" 146 diyerek özetliyordu.
İnsanlardaki çene yapısının, maymunlardaki
"U" biçiminin aksine, konuşmaya olanak verecek biçimde parabolik
("V" biçimli) olduğu uzun zamandan beri bilinmekteydi. Ramapithecus'un
ise insanlardaki gibi parabolik bir çeneye sahip olduğu düşünülmekteydi.
1961'de Elwyn Simons'un yaptığı Ramapithecus'un
alt çene parçasına dayanan YPM 13799 kodlu hatalı rekonstrüksiyonlar, kesici
dişler dışındaki dişlerde tamamen parabolik bir yapı gösteriyordu. Bu
rekonstrüksiyon birçok yazar tarafından kabul edilmiş ve çeşitli çalışmalarda
kullanılmıştı. 1969'da Genet-Varcin ikilisi ise, aynı parçaları kullanarak aynı
maymunlardaki gibi "U" şekilli tamamen değişik rekonstrüksiyonların
yapılabileceğini gösterdiler. Ayrıca yaşayan maymunlardan da Ramapithecus
karakterine sahip olan birçok tür vardı. Etiyopya'nın yüksek kesimlerinde
yaşayan bir babon türü (Theropithecus galada), aynen Ramapithecus
ve Australopithecine'de olduğu gibi kısa, derin bir yüze ve öbür
maymunlara göre küçük kesici ve doğrayıcı dişlere sahipti.
Bu yeni ara geçiş formunun bir yanılgı olduğu
ve soyu tükenmiş bir orangutandan başka birşey olmadığı ise, Science dergisinde
yayınlanan 1982 tarihli "İnsanlık Bir Atasını Kaybediyor" başlıklı
makalede şöyle ilan edildi:
Harvard Üniversitesi
paleoantropologlarından David Pilbeam'a göre bugüne kadar atalarımızdan
olduğunu düşündüğümüz bir grup canlı aile ağacımızdan çıkartılıyor. Birçok
paleoantropolog, Ramapithecusların bizim Afrika maymunlarından hemen
ayrılmamızdan sonraki bilinen en eski atalarımız olduğunu söylemekteydi. Ancak
bunlar birkaç diş ve çene parçasına dayanıyordu. Pilbeam'a göre büyük çene ve
kalın mineyle kaplı dişler insan atalarının özelliklerini taşıyor belki; ancak
alt çene kemiğinin pozisyonu, birbirine yakın gözler, damağın şekli gibi daha
belirgin özellikler bunun bir orangutan atası olduğunu gösteriyor.147
Turkana Çocuğu
Afrika'da bulunan Homo erectus
örneklerinin en ünlüsü, Kenya'daki Turkana Gölü yakınlarında bulunan "Turkana
Çocuğu" fosilidir. Bu fosilin sahibinin 12 yaşında bir çocuk olduğu ve
büyüdüğü zaman yaklaşık 1.83 m boyunda olacağı saptanmıştır. Fosilin dik
iskelet yapısı günümüz insanından farksızdır. Amerikalı paleoantropolog Alan
Walker, "ortalama bir patoloğun bu fosilin iskeletiyle, günümüz insanı
iskeletini birbirinden ayırmasının çok güç olduğunu" söyler. Walker
kafatasını gördüğünde güldüğünü, çünkü kafatasının "bir Neandertal
kafatasına aşırı derecede benzediğini" yazar.148 Neandertaller günümüz insanın bir ırkıdırlar. Dolayısıyla Homo
erectus da yine günümüz insanın bir ırkıdır.
Üstteki tezi savunan bilim adamlarının
vardığı sonuç, "Homo erectus, Homo sapiens'ten farklı bir tür
değil, Homo sapiens içindeki bir ırktır" şeklinde de özetlenebilir.
Bir insan ırkı olan Homo erectus ile "insanın evrimi"
senaryosunda kendisinden önce gelen maymunlar (Australopithecus, Homo
habilis ve Homo rudolfensis) arasında ise büyük bir uçurum vardır. Yani
fosil kayıtlarında beliren ilk insanlar, evrim süreci olmadan, aynı anda ve
aniden ortaya çıkmışlardır.
Lucy
Lucy 1974 yılında Amerikalı antropolog
Donald Johanson tarafından bulunan ünlü fosilin adıdır. Birçok evrimci Lucy'nin
insanla maymunsu ataları arasındaki ara geçiş formu olduğunu iddia etmiştir.
Ancak ilerleyen yıllarda yapılan incelemeler Lucy'nin sadece nesli tükenmiş bir
maymun türü olduğunu ortaya çıkarmıştır.
Lucy, önceki sayfalarda bahsedilen ve bir
maymun türü olduğu, insanın evrimi ile ilgisi olmadığı ortaya konan Australopithecus
genusuna ait bir türü temsil etmektedir. Bu türün (Australopithecus
afarensis) şempanzelerle aynı büyüklükte bir beyni vardır, kaburgaları ve
çene kemiği günümüz şempanzeleriyle aynı şekildedir, kolları ve bacakları
canlının bir şempanze gibi yürüdüğünü göstermektedir. Hatta leğen kemiği de
şempanzelerinki gibidir.149
Daha önce de bahsedildiği gibi, evrimciler
Lucy'nin dahil olduğu Australopithecus grubuna ait canlıların maymun
özellikleri göstermelerine rağmen, insana benzer bir duruş ve yürüyüş şekli
olduğunu öne sürmektedirler. Oysa yapılan incelemeler bunun doğru olmadığını
göstermiştir. Harvard antropologlarından William Howells, Lucy'nin yürüyüş
şeklinin insanlarınkine bir geçiş olmadığını yazmaktadır:
Lucy'nin yürüyüşünün tam olarak
anlaşılmadığına ve Lucy'nin ihtiyaçlarını başarıyla karşılıyor olmasına rağmen,
bizim yürüyüşümüze geçişe benzer bir şey olmadığına dair genel bir görüş
birliği var. 150
California Üniversitesi'nden antropoloji
profesörü Adrienne Zihlman, Lucy'nin fosilinin pigme şempanzelerle dikkat
çekecek şekilde benzer olduğunu belirtmektedir. 151
Bilim yazarı Dr. Jeremy Cherfas da, New
Scientist dergisinde yayınlanan yazısında Lucy'nin kafatası yapısı için
şöyle der:
Lucy'nin, Australopithecus
afarensis'de olduğu gibi şempanzelerinkine benzeyen kafatası ve buna uygun bir
beyni var.152
Ünlü Fransız bilim dergisi Science et
Vie de Mayıs 1999 sayısında Lucy'i kapak yapmıştır. "Adieu
Lucy" (Elveda Lucy) başlığının kullanıldığı yazıda, Australopithecus
türü maymunların insanın soy ağacından çıkarılması gerektiğini yazmıştır. St
W573 kodlu yeni bir Australopithecus fosili bulgusuna dayanarak yazılan
makalede, şu cümleler yer almaktadır:
Yeni bir teori Australopithecus
cinsinin insan soyunun kökeni olmadığını söylüyor... St W573'ü incelemeye
yetkili tek kadın araştırmacının vardığı sonuçlar, insanın atalarıyla ilgili
güncel teorilerden farklı; hominid soy ağacını yıkıyor. Böylece bu soy ağacında
yer alan insan ve doğrudan ataları sayılan primat cinsi büyük maymunlar
hesaptan çıkarılıyor... Australopithecus ve Homo türleri (insanlar) aynı dalda
yer almıyorlar, Homo türlerinin (insanların) doğrudan ataları, hala keşfedilmeyi
bekliyor.153
Amerika'nın USA Today gazetesinde
Tim Friend tarafından kaleme alınan bir makalede ise insanın doğrudan atası
olarak gösterilen Lucy (Australopithecus afarensis) hakkında şu yorum
yapılıyor:
Lucy'nin bilimsel adı Australopithecus
afarensis. Günümüzde yaşayan Bonobo şempanzelerine çok benziyor: Küçük bir
beyin, öne çıkmış yüz ve iri azı dişleri. Ancak Homo'nun doğrudan atası kabul
edilen Lucy'nin bu özelliği son on yılda gözden düştü. Birçok uzman insanın
kökenini Lucy gibi bir ataya doğrudan bağlamanın çok basit bir yaklaşım
olduğunu kabul ediyor.154
Bu yazıda Smithsonian Doğa Tarihi Müzesi
İnsanın Kökeni Programı Başkanı Richard Potts'un da yorumlarına yer veriliyor.
Buna göre Potts ve daha birçok evrimci uzman, Lucy'nin artık insanın soy ağacından
çıkarılması gerektiğini kabul ediyor.155
KNM-ER 1470 (Homo rudolfensis)
Richard Leakey, 2.8 milyon yıl yaş biçtiği
ve "KNM-ER 1470" olarak adlandırdığı kafatasını antropoloji tarihinin
en büyük buluşu gibi tanıtmış ve büyük yankı uyandırmıştı. Australopithecus
gibi küçük bir kafatası hacmi olan, ancak insansı bir yüze sahip bulunan canlı,
Leakey'e göre, Australopithecus ile insan arasındaki kayıp halkaydı.
Ancak bir süre sonra anlaşılacaktı ki, KNM-ER 1470 kafatasının bilimsel
dergilere kapak olan "insansı" yüzü, gerçekte kafatası parçalarını
birleştirirken yapılan -belki de kasıtlı- hataların sonucuydu. İnsan yüzü
anatomisi üzerinde çalışmalar yapan profesör Tim Bromage, 1992 yılında
bilgisayar simülasyonları yardımıyla ortaya çıkardığı bu gerçeği şöyle özetler:
KNM-ER 1470'in rekonstrüksiyonu
yapılırken, yüz, aynı günümüz insanlarında olduğu gibi, kafatasına neredeyse
tam paralel bir biçimde inşa edilmişti. Oysa yaptığımız incelemeler, yüzün
kafatasına daha eğimli bir biçimde inşa edilmiş olmasını gerektirmektedir. Bu
ise, aynı Australopithecus'da gördüğümüz maymunsu yüz özelliğini meydana
getirir.156
Bu konuda evrimci paleoantropolog J. E.
Cronin de şöyle der:
Kaba olarak biçimlendirilmiş yüz,
düşük kafatası genişliği ve büyük azı dişler gibi ilkel özellikler, KNM-ER
1470'in Australopithecus ile paylaştığı ilkel özelliklerdir... KNM-ER 1470,
diğer erken Homo örnekleri gibi, öteki ince yapılı Australopithecus'la birçok
yapısal ortak özellik taşır. Bu özellikler, diğer geç Homo örneklerinde (yani
Homo erectus'ta) bulunmaz.157
Michigan Üniversitesi'nden C. Loring Brace
ise, çene ve diş yapısı üzerinde yaptığı analizlerde 1470 kafatası hakkında
yine aynı sonuca varmıştır: "Çenenin büyüklüğü ve azı dişlerinin
kapladığı yerin genişliği, ER 1470'in tam anlamıyla bir Australopithecus yüz ve
dişlerine sahip olduğunu göstermektedir."158
KNM-ER 1470 üzerinde en az Leakey kadar
incelemede bulunmuş olan Johns Hopkins Üniversitesi paleoantropoloğu profesör
Alan Walker da, bu canlının Homo erectus ya da Homo rudolfensis
gibi bir "Homo" yani insan türüne dahil edilmemesi, aksine Australopithecus
sınıfına sokulması gerektiğini savunmaktadır.159
Kısacası, Australopithecus ile Homo
erectus arasında bir geçiş formu gibi gösterilmeye çalışılan Homo
habilis ya da Homo rudolfensis gibi sınıflamalar tamamen hayalidir.
Bu canlılar bugün çoğu araştırmacının kabul ettiği gibi, Australopithecus
serisinin birer üyesidirler. Bütün anatomik özellikleri, bu canlıların birer
maymun türü olduklarını göstermektedir.
Bu gerçek, Bernard Wood ve Mark Collard
adlı iki evrimci antropoloğun 1999 yılında Science dergisinde yayınlanan
incelemeleriyle daha da belirgin hale gelmiştir. Wood ve Collard, Homo
habilis ve Homo rudolfensis (Skull 1470 türü) kategorilerinin hayali
olduğunu, aslında bu kategorilere dahil edilen fosillerin Australopithecus
sınıflandırması içinde incelenmesi gerektiğini şöyle açıklamışlardır:
Daha yakın zamanda, fosil türleri,
mutlak beyin hacmi, dil yeteneği konusundaki çıkarımlar ve el fonksiyonu ve
taştan aletler yapma becerileri konusundaki kurgular gibi temellere
dayanılarak, Homo kategorisine dahil edilmiştir. Birkaç istisna haricinde, bu
(Homo) cinsinin insan evrimi içindeki tanımı ve kullanımı ve Homo'nun sınırının
belirlenişi, sanki sorunsuz bir olgu gibi kabul edilmiştir. Ama... yeni
bulgular, mevcut bulgulara getirilen yeni yorumlar ve paleoantropolojik
kayıtlar üzerindeki kısıtlamalar, sınıflandırmaları Homo cinsine dahil etmek
için kullanılan kriterleri geçersiz hale getirmektedir... Pratikte, fosilleşmiş
hominid türleri, Homo kategorisine, dört temel kriterden biri veya daha
fazlasına göre dahil edilmektedir... Oysa şimdi açık hale gelmiştir ki, bu
kriterlerin hiçbiri tatminkar değildir. Kafatası hacmi problemlidir, çünkü
mutlak beyin kapasitesinin biyolojik bir önemi olduğu varsayımı tartışmalıdır.
Aynı şekilde, konuşma fonksiyonunun beynin genel görünümünden güvenilir şekilde
çıkarsanamayacağına dair oldukça tatmin edici kanıtlar vardır ve beynin konuşma
ile ilgili bölgelerinin, daha önceki çalışmaların ima ettiğinin aksine lokalize
olmadığına dair kanıtlar vardır...
Bir başka deyişle, H. habilis ve H.
rudolfensis'e ait fosil bulguları eklendiğinde, Homo cinsi iyi bir cins
değildir. Dolayısıyla, H. habilis ve H. rudolfensis, Homo cinsinden
çıkarılmalıdır... Şu an için, hem H. habilis'in hem de H. rudolfensis'in
Australopithecus cinsine geçirilmesini öneriyoruz.160
Wood ve Collard'ın vardığı sonuç,
anlattığımız gerçeği doğrulamaktadır: Tarihte "ilkel insan ataları"
yoktur. Bu şekilde gösterilen canlılar, gerçekte Australopithecus
cinsine dahil edilmeleri gereken maymunlardır. Fosil kayıtları, bu soyu
tükenmiş maymunlar ile fosil kayıtlarında aniden ortaya çıkan Homo yani
insan türü arasında hiçbir evrimsel ilişki olmadığını göstermektedir.
Sahelanthropus tchadensis
Evrim teorisinin insanın kökeni hakkındaki
iddialarını yıkan en son bulgulardan biri ise, 2002 yazında Orta Afrika ülkesi
Çad'da bulunan ve Sahelanthropus tchadensis adı verilen fosil oldu.
Bu fosil, evrimci çevreleri birbirine
kattı. Dünyaca ünlü Nature dergisi, fosili duyuran haberinde, "Bulunan
yeni kafatası, insanın evrimi hakkındaki düşüncelerimizi tamamen
batırabilir." itirafında bulundu.161
Harvard Üniversitesi'nden Daniel
Lieberman, bu yeni bulgunun "küçük bir nükleer bomba kadar etkili
olacağı"nı söyledi.162
Bunun nedeni, bulunan fosilin 7 milyon yıl
yaşında olmasına rağmen, "insanın en eski atası" olduğu iddia edilen
ve 5 milyon yıl yaşındaki Australopithecus cinsi maymunlardan
(evrimcilerin bugüne kadar temel aldıkları kıstaslara göre) daha "insansı"
bir yapıya sahip olmasıydı. Bu durum, gerçekte hepsi soyu tükenmiş maymun
türleri arasında, son derece subjektif ve ön yargılı olan "insana
benzerlik" kriterlerine göre kurulan evrimsel ilişkilerin tamamen hayali
olduğunu gösteriyordu.
John Whitfield, 11 Temmuz 2002 tarihli Nature
dergisinde yayınlanan "Oldest Member of Human Family Found" (İnsan
Ailesinin En Eski Üyesi Bulundu) başlıklı makalesinde, George Washington
Üniversitesi'nden evrimci antropolog Bernard Wood'dan alıntı yaparak bu görüşü
doğruluyordu:
Üniversiteye başladığım 1963 yılında,
insanın evrimi bir merdiven gibi görülüyordu. Bu merdivenin basamakları,
maymundan insana doğru ilerleyen ve her aşaması bir öncekinden daha az maymunsu
olan bir seri ara formdan meydana geliyordu... Ama şimdi insanın evrimi
(karmakarışık) bir çalıya benziyor... Fosillerin birbirleriyle nasıl bir
ilişkisi olduğu ve herhangi birisinin gerçekten insanın atası olup olmadığı
hala tartışmalı.163
Yeni bulunan maymun fosili konusunda Nature
dergisinin editörü ve önde gelen bir paleoantropolog olan Henry Gee'nin
yaptığı yorumlar da son derece önemliydi. Gee, The Guardian gazetesinde
yayınlanan yazısında, fosil üzerinde yapılan tartışmalara değiniyor ve şöyle
yazıyordu:
Sonuç ne olursa olsun, bu kafatası,
bir kez daha ve kesin olarak göstermiştir ki, eskiden beri kabul edilen
(insanla maymun arasındaki) 'kayıp halka' düşüncesi saçmadır... Şu an çok
açık olarak görülmelidir ki, zaten her zaman için son derece sallantılı olan
kayıp halka düşüncesi, artık tamamen geçerliliğini yitirmiştir.164
Orrorin tugensis
2000 yılında bulunan ve Milenyum Adamı
olarak anılan Orrorin tugensis ise on iki küçük fosil bulgusuna
dayandırılan bir türdür. Kalıntıları bulan Fransız araştırmacılar Martin
Pickford (Collège de France) ve Brigitte Senut (Ulusal Doğa Tarihleri Müzesi,
Paris) bu türün iki ayak üzerinde yürüyen canlılar olduğunu iddia etmelerine
rağmen bu görüş evrimciler arasında bile yaygınlık kazanmış değildir. Çoğu
evrimci bunun iki ayak üzerinde yürüyen bir tür olamayacağını düşünmektedir.
Londra Üniversitesi'nden profesör Leslie Aiello, bu türün iki ayak üzerinde
yürüdüğü iddiasının sağlam temellere dayanmadığını, hatta bu türün insanların
değil maymunların atası olabileceğini düşünmektedir.165
Orrorin tugensis fosilinin insanımsı olduğunu kabul etmek isteyen evrimciler bu
durumda defalarca propagandasını yaptıkları Lucy fosilini çöpe atmak zorunda
kalmışlardır. Çünkü O. tugensis'i bulan araştırmacılar, bu türün
morfolojik olarak Homo genusuna Australopithecinelerden, yani
Lucy'nin de dahil olduğu Australopithecus afarensis ve A. anamensis
türlerinden daha yakın olduğunu ileri sürmektedirler. Araştırmacılar evrimin
gerilemiş olamayacağını savunmakta ve Australopithecus genusunun soy
ağacından çıkarılmasını talep etmektedirler.166
Sonuç olarak O. tugensis
evrimcilerin hayali hayat ağacını karmaşıklaştıran ve evrimcileri çıkmaza sokan
bir başka fosil olarak literatürdeki yerini almıştır.
Yeni Java Fosili Sm4
Endonezya'nın Sambungman Bölgesi'nde,
Pleistosen devrine (günümüzden 1.8 milyon-10.000 yıl öncesi) ait olduğu
belirtilen ve kalvaryumdan (üst kafatasından) ibaret bir fosil bulundu. Evrimci
araştırmacılar beyin hacmi 1006 cm3 olan bu beyin kabının insanın
sözde ilkel atalarından modern insana doğru bir ara adım olduğunu öne sürdüler.
Kısaca "Sm 4" olarak tanımlanan fosilin, Java'da daha önce ele
geçirilmiş Homo erectus örnekleri (Sangiran ve Ngandong) arasında bir
evrimsel geçiş formu olduğu iddia edildi. Ayrıca Sm 4 fosilinin önemli bir
özelliğinin beyin kökü bölgesinin öteki Java örneklerine göre daha hareketli
olduğu ve bu özelliğiyle Homo sapiens'e benzediği öne sürüldü. Ancak bu
iddialar evrimci ön yargılara dayanmaktaydı.
Evrimciler Homo erectus fosillerini
ilkel insan olarak nitelendirmekte ve bunları hayali soy ağaçlarında sözde 'ara
tür' olarak göstermektedirler. Oysa önceki bölümlerde incelendiği gibi Homo
erectus'un günümüz insanı olan Homo sapiens'le aynı dönemde
yaşadığını gösteren kanıtlar vardır.
Ayrıca, araştırmacılar beyin hacmi 1006 cm3
olarak hesaplanan kafatasının büyük olasılıkla genç ya da orta yaşta bir erkeğe
ait olduğunu tahmin etmektedirler. En büyük maymun kafatasının 650 cc' yi
geçmediği düşünülürse bunun bir insana ait olduğu kesinleşmektedir. Kaş
kemerleri incelendiğinde bunların günümüzdeki herhangi bir insanda bulunması
son derece makul ölçülerde olduğu anlaşılmaktadır. Öyle ki bu insan günümüzde
yaşıyor ve kalabalık bir meydanda modern kıyafetlerle yürüyor olsa, kimse onu
yadırgamazdı.
Fosil bulgusunu değerlendiren Amerikan
Doğa Tarihi Müzesi paleoantropologlarından Kenneth Mowbray bir evrimci olmasına
karşın Sm 4 fosilinin bir ara tür olarak sınıflandırılmasına karşı çıkmakta,
Endonezya kafatası fosillerinde görülen farklılıkların herhangi bir tür içinde
görülmesinin doğal çeşitlilikten kaynaklandığını belirtmektedir. Mowbray, National
Geographic'in internet sitesindeki yorumunda şunları söylemektedir:
Eğer modern insan popülasyonlarına
bakacak olursanız, kısa ve yuvarlak kafalı insanlar; uzun ve dar kafalı
insanlar görürsünüz; bunlar herhangi bir popülasyon içinde görülmesi normal
varyasyonlardır.167
Kısacası "Sm 4" fosili üzerinde
yapılan evrimci spekülasyonlar bilimsel delillere dayanmamaktadır.
"Sm4", ara geçiş formuna değil, insana ait bir fosildir.
Ardipithecus ramidus kaddaba
2001 yılında, California Üniversitesi
antropologlarından Haile Selaisse'nin Etiyopya'da bulduğu ve Ardipithecus
ramidus kaddaba ismi verilen fosilin insanın ilk atası olduğu iddia edildi
ve hatta fosilin evrimcilerin 150 yıldan beri bulmayı umdukları yarı insan-yarı
maymun bir yaratık olduğu öne sürüldü. 12 Temmuz 2001 tarihli Nature ve
13 Temmuz 2001 tarihli Science dergilerinde duyurulan habere, Time gibi
dergilerde de sayfalarca yer verildi. 168
Ancak söz konusu fosille ilgili haberlerde
birçok çelişki yer almaktaydı ve evrimciler dahi bu canlı fosilini insanın
sözde evriminde bir ara fosil olarak kabul etmenin tartışmalı olacağını kabul
etmekteydiler. Örneğin araştırmanın sonuçlarının yayınlandığı Nature
dergisinin kıdemli editörü Henry Gee tarafından derginin 12 Temmuz 2001 tarihli
sayısında kaleme alınan "Return to the Planet of Apes" (Maymunların
Gezegenine Dönüş) başlıklı makalede, bu kalıntılardan yola çıkılarak böyle bir
tanımlamanın tartışmalı olacağı belirtilmiştir:
A. r. kadabba'nın bir alt tür olarak
tanımlanması ihtilaflı olacaktır...
Buna rağmen, tamamen evrimci önyargılara
dayalı olarak, fosil "ilkel" insan türü diye yorumlanmış ve evrim soy
ağacında boş kaldığı düşünülen bir yere yerleşmesi daha uygun görülmüştür.
Henry Gee'nin eleştirisinde, söz konusu evrimci
yorumların neden gerçekleri yansıtmadığı da açıklanmıştır. Gee, bu kemiklere
bakıldığında, bu canlıların yaşam stilleri, davranışları hakkında pek çok
ihtimalden bahsedilebileceğini, ancak bunların hiçbir şekilde bilim açısından
tatmin edici açıklamalar olamayacağını belirtmektedir;
Öne sürülecek bu ihtimallerin tatmin edici olup olamayacağı ise
başlı başına bir sorundur.
Kısacası dile getirilen bu gerçekler,
şempanze ile insan arasındaki sözde evrim ilişkisinin dayanaksız olduğunu
açıkça ortaya koymaktadır. Şimdi bu fosille ilgili evrimci bilim adamlarının
sergiledikleri çelişkileri sırasıyla inceleyelim.
1. Kemikler birbirinden kilometrelerce
uzakta ve farklı tarihlerde bulunmuştur:
Bulunan fosil yedi kemik parçasından ve 4
dişten oluşmaktadır. Time dergisi (Michael D. Lemonick ve Andrea
Dorfman, "One Giant Step for Mankind"), tek bir ayak parmağı kemiğini
göstererek, "bu kemik canlının iki ayak üzerinde durduğunu
gösteriyor" iddiasında bulunmaktadır. Ancak 8 sayfalık yazının son
sayfasında bu ayak parmağı kemiğinin, diğer kemiklerden 16 km (10 mil) ileride
bulunduğu belirtilmektedir. Nature'daki orijinal rapor incelendiğinde
daha da vahim bir durumla karşılaşılmaktadır. Bu raporda, Ardipithecus'un
kemiklerinin aslında "1997 yılından itibaren 5 farklı bölgeden 11 farklı
insanımsı örneğinden" toplandığı açıklanmaktadır. Ayak parmağı kemiği ise
1999 yılında bulunmuştur ve diğer bulunan kemiklerden de 0.6 milyon yıl daha
gençtir. Yani tüm bulunan kemikler aynı canlıya ait değildir ve hatta aynı
dönemde yaşayan canlılara da ait değildir. Bu şekilde toplanmış kemiklere
bakarak bir canlının özellikleri hakkında yorumda bulunmak ve bu canlıyı
insanın evriminde bir yerlere yerleştirmeye çalışmak, bilimsellikle ilgisi
olmayan bir propagandadan başka bir şey değildir.
2. Fosilin diş yapısı hayali insanın
evrimi ağacı açısından çelişkiler içermektedir:
A. r. kaddaba, morfolojik açıdan Tim White'ın 1992 yılında bulduğu Ardipithecus
ramidus isimli fosil ile benzerlikler taşıdığı için Ardipithecus
grubundan sayılmıştır. Ancak, fosilin diş yapısı bu gruplandırma için önemli
bir çelişki oluşturmaktadır. Çünkü bulunan fosil, 1992 yılında bulunan fosilden
1.5 milyon yıl daha yaşlıdır. Ancak Time dergisinde de belirtildiğine
göre, 4.4 milyon yıllık Ramidus'un dişleri 5,8 milyon yıllık kadabba'nın
dişlerinden daha fazla maymunsu özellikler göstermektedir. Yani genç olan
fosilin dişleri yaşlı olana göre daha çok maymunsu özelliğe sahiptir. Oysa
evrim teorisine göre, zaman ilerledikçe maymunsu özellikler giderek kaybolmalıdır.
Evrimciler tarafından önemsiz bir bilgi gibi aktarılan bu gerçek, söz konusu
maymun-insan hayali sıralamasının tutarsızlıklarla dolu olduğunu göstermesi
açısından önemlidir.
Antropoloji profesörü ve Arizona State
Üniversitesi'nde İnsan Kökenleri Enstitüsü direktörü olan Donald Johanson, bu
konuda yapılan önyargılı sınıflandırmayı şöyle ifade etmektedir:
5.5 milyon yıllık fosilleri 4.4 milyon
yıllıklarla aynı türlerin üyeleri olarak yan yana koyduğunuzda, bunların bir
ağaç üzerindeki ince dallar olabileceklerini dikkate almazsınız. Herşey düz bir
çizgide olmaya zorlanmıştır. 169
3. Bu canlı soyu tükenmiş bir şempanze
türüdür
Bazı evrimciler Ardipithecus'un
insanlar ve şempanzeler arasındaki zincirin bir halkası olduğunu kabul
etmektedirler. Ancak Henry Gee bu fosilin insandan çok şempanzeye benzediğini
belirtmektedir.
Science
dergisinin 13 Temmuz 2001 tarihli sayısında söz konusu fosille ilgili
yayınlanan yazıda George Washington Üniversitesi'nden Bernard Wood'un şu
yorumuna yer verilmektedir:
Bu bulguyu insan veya şempanze atası
kategorilerinden birine sıkıştırma zorunluluğu hissetmek bir hatadır.
Time
dergisinde ise Wood'un şu sözlerine yer verilmektedir:
Bu bir hominid ata ya da şempanze ata
olarak sınıflandırılması mümkün olmayan bir yaratığın ilk örneğidir. Fakat bu
onu her ikisinin de ortak atası yapmaz. Sanırım kuyruğu bu eşeğin üzerine
tutturmak çok zor olacak.
Evrimciler, soyu tükenmiş maymun türlerini
insan ile şempanze arasındaki zincirin bir parçası olarak göstermeye
çalışırlar. Kuyruksuz maymunun Latince karşılığı olan "-pithecus"
eki ile isimlendirilen bu canlılar, aslında türü tükenmiş kuyruksuz
maymunlardır ve insanın evrimi için hiçbir delil teşkil etmezler. İnsanın sözde
atası olarak belirtilen fosiller gerçekte soyu tükenmiş şempanzelerdir. Örneğin
en ünlü "-pithecus" örneği olan Lucy'nin (Australopitpecus
afarensis) şempanzelerle aynı büyüklükte bir beyni vardır, kaburgaları ve
çene kemiği şempanzelerle aynı şekildedir, kolları ve bacakları canlının bir
şempanze gibi yürüdüğünü göstermektedir. Hatta leğen kemiği de şempanzelerinki
gibidir. 170
Fosil biliminde dünyanın en saygın
otoritelerinden biri olarak gösterilen John Mastropaolo ise ayak parmağını
kendisi inceleyip durumdan emin olmak istedi; kadabba'nın parmağını,
insan, şempanze ve babun parmağıyla kıyasladı. Anatomik kriterleri matematiksel
açıdan karşılaştıran Mastropaolo'nun vardığı sonuçlar çok farklıydı. Parmak,
şempanze ve babun parmağıyla benzeşmiyordu. İnsan parmağıyla arasındaki
benzerlik de yetersizdi. Mastropaolo'nun bulguları Amerikan Fizyoloji
Derneği'nin düzenlediği San Diego konferansında 27 Ağustos 2002'de açıklandı.
Yazının sonuç bölümünde iki ayak üzerinde yürüyen evrimsel ata saptamasının
hayalgücüne dayandığı şöyle belirtiliyordu:
Fosil kemikleri üzerinde yapılan
objektif soy analizleri, Haile-Selassie ve Robinson’ın çıkarımlarının zoraki spekülasyonlar
olduğunu ispatlamaktadır.171
Sonuç olarak, söz konusu Ardipithecus
ramidus kadabba fosili de Nature dergisinde de belirtildiği gibi
şempanzeye benzemektedir ve insanın kökeni ile hiçbir ilgisi yoktur.
Kenyanthropus platyops
2001 yılında bulunan ve düz bir yüze sahip
olduğu için "düz yüzlü adam" (flat faced man) olarak anılan Kenyanthropus
platyops adlı fosil, kendisini bulan Meave Leakey ve ekibi tarafından insanın
atası olarak kamuoyuna duyuruldu. Oysa, bu 3.5 milyon yıllık kafatası,
evrimcilerin hayali "insanın evrimini gösteren soy ağacı"nı altüst
ediyor, çelişkileri daha da karmaşıklaştırıyordu.
Dünyanın en önde gelen evrimcilerinin dahi
hayali şemalarında hiçbir yere koyamadıkları bu fosil, kendisinden sonra
yaşamış olan bazı maymun türlerine (Lucy gibi) göre evrimci kıstaslar açısından
daha gelişmiş özellikler göstermekteydi. Dolayısıyla farklı özelliklere sahip
olan bu fosil, evrimcilerin tüm şemasını altüst ediyordu. Çünkü bu fosili
nereye yerleştireceklerini bilemiyorlardı.
Aslında bugüne kadar bulunan ve burada da
ele alınan fosillerin tamamına bakıldığında, maymunla ortak bir atadan
evrimleşen, yavaş yavaş insana doğru yükselen bir "evrim şeması"
olmadığı açıkça görülür. Aksine şemada tamamen bir karmaşa vardır.
BBC'nin internet sayfasında bu fosille
ilgili haberde yayınlanan şemada da bu karmaşa vurgulanmıştır. "Karmaşık
insanımsı soy ağacı" olarak verilen şemada hiçbir düzenli gelişme
olmadığı, aksine tüm fosil bulgularının birbirlerinden tamamen ilgisiz
özelliklere sahip oldukları görülmektedir. Şemanın altında da şu yoruma yer
verilmiştir:
Bilim adamları farklı insanımsı
fosillerini birbirleriyle ilişkilendirme konusunda güçlük çekiyorlar. 172
Harvard Üniversitesi, biyolojik
antropoloji profesörü Daniel E. Lieberman ise, Nature dergisinde yazdığı
makalesinde, Kenyanthropus platyops hakkında şu yorumu yapmıştır:
İnsanın evrim tarihi çok karmaşık ve
çözümlenmemiştir. Şimdi 3.5 milyon yıllık başka bir türün bulunması ile durum
daha da karışacak gibi görünüyor... Kenyanthropus platyops'un yapısı genel
olarak insanın evrimi ve türlerin davranışı konuları hakkında birçok soruyu
beraberinde getiriyor. Örneğin neden alışılmışın dışında olarak, küçük bir çene
dişine ve öne doğru kavisli çene kemiği olan büyük düz bir yüze aynı anda
sahip? Büyük yüzü ve benzer şekilde yerleştirilmiş çene kemiği olan tüm diğer
insanımsı türlerin büyük bir dişi var. K. platyops'un önümüzdeki birkaç yıl
içindeki en başlıca rolünün, birlikleri bozucu ve insanımsılar arasındaki
evrimsel ilişkinin araştırmalarında karşılaşılan kargaşayı vurgulayıcı bir rolü
olacağını düşünüyorum. 173
BBC ise haberi "Düz Yüzlü Adam Bir
Bilmece", "Akıl Karıştıran Tablo", "Bilimsel Çelişki"
başlıkları ile vermiş ve haberde şöyle denmiştir:
"Meave Leakey, ekibi ve Kenya
Milli Müzesi'nin buluşu, zaten bulanık olan insanın evrimi tablosunu daha da
bulanıklaştırıyor."174
Londra College Üniversitesi'nden ünlü
evrimci Dr. Fred Spoor ise yeni bulunan fosil için "Birçok soruyu
gündeme getirdi" yorumunu yapmıştır. 175
Kısacası, evrim teorisi, bu açıklama ve
itiraflarda da görüldüğü gibi büyük bir çıkmaz içindedir. Özellikle
paleontoloji dalında, her yeni bulgu evrim teorisine yeni bir çelişki daha
getirmektedir. İnsanın sözde evrimi için hayali bir şema belirleyen evrimciler,
soyu tükenmiş farklı maymun türlerine ve
insan ırklarına ait fosilleri art arda dizerek şemalarına uygun hale getirmeye
çalışmaktadırlar. Ancak, hiçbir fosil şemalarına uymamaktadır. Çünkü insan
maymunla ortak bir atadan evrimleşmemiştir. İnsanlar tarih boyunca hep insan
olmuşlar, maymunlar da hep maymun olarak kalmışlardır. Bu nedenle evrim
teorisi, her yeni bilimsel buluşla bir çıkmaz içine daha girecektir.
Dmanisi Kafatasları
2002 yılında Gürcistan'ın başkenti Tiflis
yakınlarında Dmanisi Bölgesi'nde 3 kafatası fosili bulundu. Bazı evrimciler bu
kafataslarını insanın sözde ataları olan ara geçiş formları olarak tanıtmak
isterken, birçok evrimci bu kafataslarının bazı evrimci iddiaları "altüst ettiği"ni
itiraf etmek zorunda kaldı. Bunlardan biri olan Harvard Üniversitesi'nden
Daniel Lieberman, bu kafatasının bazılarının ilk insanların Afrika'dan göç
etmeleri ile ilgili düşüncelerini altüst edeceğini söyledi. 176
Science
dergisinde ise üç kafatası fosili için şu yorum yapıldı:
Hepsi birarada incelendiğinde, Dmanisi
kafatasları atalarımızın Afrika'yı daha önce, evrimin daha önceki evrelerinde,
yani tahmin edilenden çok daha önce terk ettiğini gösteriyor. Ancak Dmanisi
kalıntıları insanın evrimi ağacında tam olarak nereye uyuyorlar – ve bir veya
birkaç türü mü temsil ediyorlar? Bu sorular bir tartışmanın başlamasını
ateşliyor…177
Evrimciler bulunan kafataslarını nasıl
sınıflandıracaklarına karar veremediler ve her biri ayrı bir fikir öne sürdü. Science
dergisinde, evrimcilerin şu görüşlerine yer verildi:
Ekip, yeni kafatasını önceki iki
kafatası gibi Homo erectus olarak sınıflandırıyor….Aslında yeni kafatasının
bazı özellikleri H. habilis'e benziyor… Rightmire, 'aslında' diyor, 'eğer
araştırmacılar bu fosilleri ilk olarak bulsalardı, o zaman bunları H. habilis
olarak sınıflandırırlardı'.178
Yani Rightmire'e göre, bu fosilin H.
erectus olarak sınıflandırılmasının nedeni, bu fosille aynı bölgede bulunan
diğer fosillerin H. erectus olarak sınıflandırılmış olmasıydı. Bu
ifadeler, fosillerin tamamen evrimcilerin isteklerine, ön yargılarına ve
beklentilerine göre tanımlandığının bir ifadesidir.
Amerikan Doğa Tarihi Müzesi
antropologlarından Ian Tattersall ise, yeni fosilleri ne H. erectus ne
de H. habilis olarak sınıflandırmadı ve şu yorumu yaptı:
Bu örnek, ilk insanın özelliklerinin
neler olduğunu tekrar gözden geçirmemiz gerektiğinin altını çiziyor. 179
National Geographic dergisi ise, yeni fosili "Kafatası fosili Afrika'dan Çıkış
Teorisine Karşı Geliyor" başlığı ile duyurdu. Bu makalede,
Gürcistan'daki araştırmayı yürüten ve söz konusu fosili bulan David
Lordkipanidze'nin şu ifadelerine yer verildi:
Dmanisi'de bulunan hominidler
arasındaki farklılık, bunların gerçekte kim olduklarını anlamayı zorlaştırmaktadır.
Bu farklılık bilim adamlarını, 'Homo'nun anlamını tekrar düşünmeye
zorlamaktadır.180
Aynı kazı ekibinde bulunan ve aynı zamanda
Kuzey Texas Üniversitesi'nde arkeolog olan Reid Ferring ise bu konuda şunları
söylemiştir:
Dmanisi fosili, o dönemde var olmasını
beklediğimiz herhangi bir insan grubundan çok daha farklı özellikler
göstermektedir.181
Bu fosiller hakkında farklı yorumlar
getiren evrimciler sadece bu kişilerle sınırlı değildir. New York City
Üniversitesi'nden Eric Delson, Pennsylvania State Üniversitesi'nden Alan
Walker, Michigan Üniversitesi'nden Milford Wolpoff gibi evrimciler de, fosil
hakkında birbirinden farklı görüşler öne sürdüler.
Evrim teorisi bilimsel delillere dayalı
olmayan, uydurma senaryolarla, propaganda yöntemleri ile ayakta tutulan bir
teori olduğu için, evrim teorisini destekleyen bir fosil bulmak da imkansızdır.
Darwinistler hayali bir doğa tarihi yazmışlar ve fosillerin de buna uymasını
istemişlerdir. Oysa bunun tam aksi gerçekleşmekte, her yeni bulunan fosil evrim
teorisini biraz daha açmaza sokmaktadır.
Piltdown Adamı adındaki sahte fosil
Ünlü bir doktor ve aynı zamanda da amatör
bir paleontolog olan Charles Dawson, 1912 yılında, İngiltere'de Piltdown
yakınlarındaki bir çukurda, bir çene kemiği ve bir kafatası parçası bulduğu
iddiasıyla ortaya çıktı. Çene kemiği maymun çenesine benzemesine rağmen, dişler
ve kafatası insanınkilere benziyordu. Bu örneklere "Piltdown Adamı"
adı verildi, 500 bin yıllık bir tarih biçildi ve çeşitli müzelerde insanın
sözde evrimine kesin bir delil olarak sergilendi. 40 yılı aşkın bir süre,
üzerine birçok bilimsel makale yazıldı, yorumlar ve çizimler yapıldı. Dünyanın
farklı üniversitelerinden 500'ü aşkın akademisyen, Piltdown Adamı üzerine
doktora tezi hazırladı.182 Ünlü Amerikalı
paleoantropolog H. F. Osborn da 1935'te British Museum'u ziyaretinde,
"doğa sürprizlerle dolu; bu, insanlığın tarih öncesi devirleri hakkında
önemli bir buluş" yorumunda bulundu.183
1949'da ise British Museum'un paleontoloji
bölümünden Kenneth Oakley yeni bir yaş belirleme metodu olan "flor
testi" metodunu, eski bazı fosiller üzerinde denemek istedi. Bu yöntemle,
Piltdown Adamı fosili üzerinde de bir deneme yapıldı. Sonuç çok şaşırtıcıydı.
Yapılan testte Piltdown Adamı'nın çene kemiğinin hiç flor içermediği anlaşıldı.
Bu sonuç, çene kemiğinin toprağın altında birkaç yıldan fazla kalmadığını
gösteriyordu. Az miktarda flor içeren kafatası ise, sadece birkaç bin yıllık
olmalıydı.
Flor metoduna dayanılarak yapılan sonraki
kronolojik araştırmalar, kafatasının ancak birkaç bin yıllık olduğunu ortaya
çıkardı. Çene kemiğindeki dişlerin ise suni olarak aşındırıldığı, fosillerin
yanında bulunan ilkel araçların ise çelik aletlerle yontulmuş adi birer taklit
olduğu anlaşıldı. Weiner'in yaptığı detaylı analizlerle bu sahtekarlık 1953 yılında
kesin olarak ortaya çıkarıldı. Kafatası 500 yıl yaşında bir insana, çene
kemiği de yeni ölmüş bir orangutana aitti! Dişler, insana ait olduğu
izlenimini vermek için sonradan özel olarak eklenmiş ve sıralanmış, eklem
yerleri de törpülenmişti. Daha sonra da bütün parçalar, eski görünmeleri için
potasyum-dikromat ile lekelendirilmişti. Bu lekeler, kemikler aside
batırıldığında kayboluyordu. Sahtekarlığı ortaya çıkaran ekipten Le Gros Clark,
"Dişler üzerinde yıpranma izlenimini vermek için, yapay olarak oynanmış
olduğu o kadar açık ki, nasıl olur da bu izler dikkatten kaçmış olabilir?"
diyerek şaşkınlığını gizleyemiyordu.184 Tüm bunların üzerine Piltdown Adamı, 40 yılı aşkın bir süredir
sergilenmekte olduğu British Museum'dan alelacele çıkarıldı.
Nebraska Adamı Skandalı
1922'de, Amerikan Doğa Tarih Müzesi müdürü
Henry Fairfield Osborn, Batı Nebraska'daki Yılan Deresi yakınlarında, Pliosen
dönemine ait bir azı dişi fosili bulduğunu açıkladı. Bu diş, iddiaya göre,
insan ve maymunların ortak özelliklerini taşımaktaydı. Çok geçmeden konuyla
ilgili çok derin bilimsel tartışmalar başladı. Bazıları bu dişi Pithecanthropus
erectus olarak yorumluyorlar, bazıları ise bunun insana daha yakın olduğunu
söylüyorlardı. Büyük tartışmalara neden olan bu fosile "Nebraska Adamı"
adı verildi. "Bilimsel" ismi de hemen üretildi: Hesperopithecus
haroldcooki.
Birçok otorite Osborn'u destekledi. Bu tek
dişe dayanılarak Nebraska Adamı'nın kafatası ve vücudunun rekonstrüksiyon
resimleri çizildi. Hatta daha da ileri gidilerek Nebraska Adamı'nın, eşinin ve
çocuklarının doğal ortamda ailece resimleri yayınlandı.
Bütün bu senaryolar tek bir dişten
üretilmişti. Evrimci çevreler bu "hayali adamı" o derece benimsediler
ki, William Bryan isimli bir araştırmacı, tek bir azı dişine dayanılarak bu
kadar peşin hükümle karar verilmesine karşı çıkınca, bütün şimşekleri üzerine
çekti.
Ancak 1927'de iskeletin öbür parçaları da
bulundu. Bulunan yeni parçalara göre bu diş ne maymuna ne de insana aitti.
Dişin, Prosthennops cinsinden yabani Amerikan domuzunun soyu tükenmiş
bir türüne ait olduğu anlaşıldı. William Gregory, bu yanılgıyı duyurduğu Science
dergisinde yayınladığı makalesine şöyle bir başlık atmıştı: "Görüldüğü
kadarıyla Hesperopithecus ne maymun ne de insan."185 Sonuçta Hesperopithecus haroldcooki'nin
ve "ailesi"nin tüm çizimleri alelacele literatürden çıkarıldı.
Archaeoraptor adındaki sahte dino-kuş
Evrim teorisinin savunucuları, Archæopteryx'te
aradıklarını bulamadıklarından olacak, 1990'lı yıllarda diğer bazı fosillere
ümit bağladılar ve bir seri "dino-kuş fosili" iddiası bu yıllarda
dünya medyasında boy gösterdi. Ancak bu iddiaların birer yanlış yorum ve hatta
sahtekarlık örneği oldukları da kısa sürede anlaşıldı.
"Dino-kuş" iddialarının ilk
örneği, 1996 yılında büyük bir medya propagandası ile gündeme getirilen
"Çin'de bulunan tüylü dinozor fosilleri" hikayesiydi. Sinosauropteryx
adı verilen bir sürüngen fosili bulunmuştu, ancak fosili inceleyen bazı evrimci
paleontologlar bunun bilinen sürüngenlerin aksine kuş tüylerine sahip olduğunu
ileri sürdüler. Oysa bir yıl sonra yapılan incelemelerde, fosilin gerçekte kuş
tüyüne benzer hiçbir yapıya sahip olmadığı anlaşıldı. Science dergisinde
yayınlanan "Plucking the Feathered Dinosaur" (Tüylü Dinozorun
Tüylerini Yolmak) başlıklı bir makalede, evrimci paleontologlar tarafından
"tüy" olarak algılanan yapıların gerçekte tüylerle ilgisiz olduğu
belirtiliyordu:
Bir yıl önce, paleontologlar
"tüylü dinozor"a ait fotoğrafların ortaya çıkmasıyla heyecan
yaşamışlardı. Çin'in Yixian Bölgesi'nde bulunan Sinosauropteryx adlı fosil, New
York Times'ın ön sayfasında yayınlanmış ve kuşların kökeninin dinozorlar
olduğuna dair etkili bir delil olarak sunulmuştu. Ama geçtiğimiz ay
Chicago'daki omurgalılar paleontolojisi toplantısında verilen hüküm daha farklı
oldu: Fosil örneklerini inceleyen yarım düzine Batılı paleontolog, bu yapıların
modern tüyler olmadığını söylediler... Kansas Üniversitesi paleontoloğu Larry
Martin, bu yapıların yıpranmış kolajen fiberleri olduğunu ve kuşlarla hiçbir
ilişkisi olmadığını belirtti.186
Daha büyük bir dino-kuş furyası ise 1998
yılında patlak verdi. National Geographic dergisi, Temmuz 1998
sayısında, kuşların dinozorlardan evrimleştiği iddiasının artık sağlam bir
fosil kanıtına dayandığını ileri sürüyordu. Çin'de bulunduğu belirtilen fosile
makalede geniş yer ayrılıyor, fosilin kuş ve dinozor özelliklerini birarada
taşıdığı savunuluyordu. Makaleyi kaleme alan National Geographic yazarı
Christopher P. Sloan, fosil hakkında yaptığı yoruma o kadar inanmıştı ki, "insanların
memeli olduğunu nasıl kendimizden emin şekilde söyleyebiliyorsak, artık
kuşların theropod (dinozor) olduğunu da aynı şekilde söyleyebiliriz"
diyordu.187 125 milyon yıl önce
yaşadığı söylenen bu türe, hemen bilimsel bir isim de verilmişti: Archaeoraptor
liaoningensis.
Oysa fosil, beş farklı fosilin birbirine
ustaca eklenmesiyle üretilmiş sahte bir fosildi! Aralarında üç
paleontoloğun da bulunduğu bir grup araştırmacı, bir yıl kadar sonra,
bilgisayar tomografisinin yardımıyla sahtekarlığı kanıtladı. Dino-kuş aslında
Çinli bir evrimcinin eseriydi... Çinli amatörler, yapışkan ve harç kullanarak
88 kemik ve taştan dino-kuş oluşturmuştu. Archaeraptor'un ön kısmı tek
bir kuşa ait fosildi, ancak dinozorun kuyruğuyla birlikte beden kısmında dört
ayrı türden kemik vardı.
İşin ilginç yanı, National Geographic
dergisinin böylesine basit bir sahtekarlığı hiç şüphelenmeden yayınlamış ve
hatta buna dayanarak "kuşların evrimi" senaryolarının kanıtlandığını
ileri sürmüş olmasıydı. ABD'deki ünlü Smithsonian Enstitüsü Doğa Tarihi
Müzesi'nden Dr. Storrs Olson, bu fosilin sahte olduğuna dair daha önceden National
Geographic'i uyardığını, ancak dergi yönetiminin bunu tamamen göz ardı
ettiğini söylüyordu. Olson'a göre, "Zaten National Geographic, uzun
zamandır sansasyonal, desteksiz ve tabloid habercilik yaparak seviyesini
düşürmüş durumdaydı."188
Olson, National Geographic
bünyesindeki Peter Raven adlı bilim adamına yazdığı aşağıdaki mektupta,
derginin "tüylü dinozorlar" furyasının perde arkasını çok detaylı
olarak anlatıyordu:
National Geographic'in Temmuz 1998
sayısında yayınlanan, "Dinozorlar Kanatlanıyor" (Dinosaurs Take Wing)
başlıklı makalenin yayınlanmasından kısa süre önce, (makaleyi hazırlayan)
Christopher P. Sloan'ın fotoğrafçısı olan Lou Mazzatenta beni National
Geographic Society'e çağırdı, Çin'de bulunan fosillerin fotoğraflarını gösterdi
ve bunlar hakkında yayınlanacak hikaye ile ilgili yorumlarımı sordu. O zaman,
National Geographic'in göstermek istediği tablodan çok daha farklı, alternatif
bakış açıları olduğunu söyleyerek itiraz ettim, ama sonunda açıkça gördüm
ki, National Geographic, kuşların dinozorlardan evrimleştiği dogması dışında
başka hiçbir şeye ilgi duymuyordu.
Sloan'ın makalesi (kuş-dinozor
bağlantısı yönündeki) ön yargıyı tamamen yeni bir boyuta yükseltmekte ve büyük
ölçüde doğrulanmamış veya belgelendirilmemiş bilgilere dayanarak, haberleri
aktarmak yerine onları "üretmekte"dir. "İnsanların memeli
olduklarını ne kadar güvenle söyleyebiliyorsak, kuşların birer theropod (iki
ayaklı dinozor) olduğunu da o kadar güvenle söyleyebiliriz" şeklindeki
basit cümlesi, bir veya bir grup bilim adamının fikri olarak dahi
gösterilmemekte, sadece "editöryel propaganda" olarak
kalmaktadır. Bu melodramik iddia, aslında embriyoloji ve karşılaştırmalı
anatomi alanında yapılan yeni çalışmalarla çürütülmüştür, ama, elbette, bunlar
(National Geographic makalesinde) hiç belirtilmemektedir.
Daha da önemlisi, Sloan'ın makalesinde
çizimi yapılan ve kuş tüyleri olduğu iddia edilen yapıların hiçbirinin kuş tüyü
olduğu kanıtlanmış değildir. Bunların bu şekilde olduğunu iddia etmek, bir
gerçeği dile getirmek değil, sadece bir temenni ifadesidir. Sayfa 103'te yer
alan "içi boş, saç benzeri yapılar ilkel kuş tüylerini (protofeathers)
karakterize ediyor" şeklindeki ifade saçmalıktır, çünkü "ilkel kuş
tüyleri" sadece teorik bir varsayımdır ve dolayısıyla bunların iç yapısı
daha da varsayımsaldır.
National Geographic Society'de
(National Geographic Derneği) halen gösterimde olan tüylü dinozorlar sergisi
furyası daha da kötüdür ve birçok et yiyici dinozorun kuş tüylerine sahip
olduğu yönündeki aldatıcı iddiayı ileri sürmektedir. Tartışmasız bir dinozor
olan Deinonychus hakkında yapılan bir maket ve bebek Tyrannosaurlar hakkında
yapılan çizimlerde bu canlılar tüylerle kaplı gibi gösterilmektedir. Bunların
hepsi hayalidir ve bilim kurgu dışında herhangi bir yerleri yoktur...
Saygılarımla,
Storrs L. Olson
Kuşlar Bölümü Başkanı
Smithsonian Enstitüsü, Doğa Tarihi
Ulusal Müzesi 189
Bu fosil sahtekarlığının gösterdiği iki
önemli gerçek vardır: Birincisi, evrim teorisine kanıt bulma arayışı içinde
kolaylıkla sahtekarlığa başvurabilecek insanlar vardır. İkincisi, evrim
teorisini topluma empoze etme gibi bir misyon yüklenmiş olan bazı "bilim
dergileri", evrim teorisi lehinde kullanabileceklerini düşündükleri bulguları,
yanlış olma veya başka türlü yorumlanabilme olasılıklarını tamamen göz ardı
ederek, propaganda malzemesi haline getirmektedirler. Yani bilimsel değil
dogmatik davranmakta, inançla bağlı oldukları evrim teorisini savunabilmek için
bilimden kolayca taviz vermektedirler.
Konunun bir diğer önemli yönü ise,
kuşların dinozorlardan evrimleştiği tezine hiçbir kanıt bulunamayışıdır. Kanıt
bulunamadığı için sahtesi yapılmakta veya mevcut kanıtlar çarpıtılarak
yorumlanmaktadır. Gerçekte ise, kuşların bir başka canlı sınıfından evrimleşmiş
olabileceğine dair hiçbir kanıt yoktur. Aksine kanıtlar, kuşların yeryüzünde
kendi özgün vücut yapılarıyla ortaya çıktıklarını göstermektedir.
Fosil Kayıtlarında Durağanlık
Fosil kayıtlarının en belirgin
özelliklerinden biri, canlıların bu kayıtlarda gözlemlendikleri jeolojik
dönemler boyunca değişime uğramamalarıdır. Diğer bir deyişle, bir canlı türü,
fosil kayıtlarında ilk olarak nasıl belirdiyse, bu tür yok olana kadar veya
günümüze gelene kadar onmilyonlarca, hatta yüzmilyonlarca yıl boyunca hiçbir
değişim göstermemekte, aynı yapıyı korumaktadır. Bu, canlıların hiçbir evrime
uğramadıklarının açık bir delilidir
Bu gerçeği ilk ilan eden kişilerden biri
20. yüzyıldaki en ünlü evrimci otoritelerden biri olan Amerikalı paleontolog ve
bilim tarihçisi Stephen Jay Gould'dur. Gould 1970 yılında fosil kayıtlarının en
belirgin iki özelliği hakkında şöyle yazmıştır:
Fosilleşmiş türlerin çoğunun tarihi,
kademeli evrimle çelişen iki farklı özellik ortaya koymaktadır:
1. Durağanlık: Çoğu tür, dünya üzerinde var olduğu süre boyunca hiçbir yönsel
değişim göstermez. Fosil kayıtlarında ilk ortaya çıktıkları andaki yapıları ne
ise, kayıtlardan yok oldukları andaki yapıları da aynıdır. Morfolojik
(şekilsel) değişim genellikle sınırlıdır ve belirli bir yönü yoktur.
2. Aniden ortaya çıkış: Herhangi bir lokal bölgede, bir tür, atalarından kademeli
farklılaşmalara uğrayarak aşama aşama ortaya çıkmaz; bir anda ve "tamamen
şekillenmiş" olarak belirir.190
Gould ilerleyen yıllarda da fosil
kayıtlarında görülen durağanlığı kabul ettiğini belirtmiştir. 1993 yılında Natural
History dergisindeki bir yazısında şöyle demektedir:
Birçok fosil türünün jeolojik yaşam
süresi boyunca durağanlığı ya da hiçbir değişim geçirmeyişi, tüm paleontologlar
tarafından sözle ifade edilmeksizin onaylanmıştır, ancak asla üzerinde
etraflıca çalışılmamıştır... Durağanlığın çok yaygın olması, fosil kayıtlarının
utandırıcı bir özelliği haline geldi ancak yokluğun (ki bu evrimin yokluğudur)
bir ilanı olarak gözardı edilmiş olarak bırakıldı.191
Her ikisi de ünlü birer paleontolog olan
Ian Tatterstall ve Niles Eldredge ise, The Myths of Evolution (Evrim
Efsaneleri) adlı kitaplarında, fosil kayıtlarının Darwin'in varsayımları ile
olan çelişkisini ve durağanlık gerçeğini şöyle anlatmaktadırlar:
Paleontologlar fosillerini kaya
kayıtları boyunca izlediklerinde, bekledikleri değişiklikleri
görmemektedirler... Fosillerin her bir farklı türünün, fosil kayıtları
içerisinde var oldukları süre boyunca tanınır şekilde aynı olduğu, Darwin
Türlerin Kökeni adlı kitabını yayınlamadan çok daha öncesinden beri
paleontologlar tarafından bilinmekteydi. Darwin'in kendisi... gelecek nesil
paleontologlarının bu boşlukları gayretli arayışlarıyla dolduracakları
tahmininde bulunmuştu... Daha sonrasında yapılan 120 yıllık paleontolojik
araştırmalarsa, fosil kayıtlarının Darwin'in varsayımlarının bu kısmını teyit
etmeyeceğini son derece açık bir şekilde ortaya koymuştur. Problem kayıtların
eksik olması da değildir. Fosil kayıtları açıkça bu varsayımın yanlış olduğunu
göstermektedir.
Türlerin uzun zaman dilimleri boyunca
şaşırtıcı şekilde sade ve durağan özellikler sergilemesi, "kral
çıplak" hikayesinin tüm özelliklerini taşımaktadır; herkes bilir ancak
gözardı etmeyi tercih eder. Paleontologlar Darwin'in öngördüğü tabloyu inatla
reddederek karşı koyan, ve tümüyle başka yöne bakan, söz dinlemez bir kayıtla
karşı karşıyadırlar.192
Söz konusu durağanlığın örnekleri
sayısızdır. Örneğin Wyoming'deki Bighorn Havzası, memelilerin ilk dönemlerine
ait 5 milyon yıllık fosil yataklarını barındırmaktadır. Buradaki fosil
kayıtları o kadar zengindir ki, paleontologlar buradaki fosillerde ara geçiş
formlarını da bulabileceklerini ve evrimsel süreci gösterebileceklerini
ummuşlardı. Ancak, umutları boşa çıktı. Birbirinden evrimleştiğini öne
sürdükleri türlerin aynı dönemlerde yaşadıkları anlaşıldı ve "fosil
kayıtlarının bir türden diğerine geçişi gösteren tek bir inandırıcı kanıt dahi
sunmadığı"193 görüldü. Ayrıca, türler
kayıtlardan yok olana kadar bir milyon yıl boyunca hiç değişmeden sabit
kalıyorlardı.
Oysa evrim teorisinin iddiasına göre,
türlerin birbirlerinden evrimleşebilmeleri için, sürekli bir değişim içinde
olmaları gerekir. Örneğin bir kemirgenin yarasa veya balinaya dönüşebilmesi
için, çok uzun dönemler boyunca aşama aşama küçük değişiklikler göstermesi
gerekir. Bir kemirgenin yarasa veya balinanın özelliklerini kazanabilmesi için
ise bu aşamalı dönüşümün çok çok uzun bir dönemi kapsaması gerekir. Bu uzun
dönem içinde ise çok sayıda ara form oluşması ve bu ara formların arkalarında
milyonlarca fosil bırakmaları gerekir. Oysa fosil kayıtlarında ara form
özelliklerine sahip canlılara hiç rastlanmamaktadır. Bulunan fosiller
kemirgenler, yarasalar veya balinalar gibi tam ve belirgin özelliklere sahip
özgün canlılardır ve bu canlılar fosil kayıtlarında bu tam halleriyle
bulunurlar.
Niles Eldredge, fosil kayıtlarında ara
geçiş formlarının bulunmayışının ve durağanlık konusunun evrimci paleontologlar
tarafından çok iyi bilindiğini ancak bilerek görmezden gelindiğini şöyle itiraf
etmektedir:
Görünen o ki, her yeni jenerasyon
fosillerdeki evrimsel değişimin örneklerini belgelemek için sabırsızlanan
birkaç yeni paleontolog ortaya çıkarıyor. Aranan değişiklikler elbette ki her
zaman kademe kademe ilerleyen cinsten oldu. Bu paleontologların çabaları
çoğunlukla karşılıksız kalmakla beraber, fosiller beklenen özellikleri
göstermek yerine her zaman değişmezlik gösterdi... Bu (fosillerdeki) olağanüstü
tutuculuk, evrimsel değişimi bulmaya can atan paleontologlara hiçbir evrim
yokmuş gibi göründü. Kademeli evrim yerine tutucu bir kalıcığı belgeleyen
çalışmalar, başarısızlık olarak nitelendirildi ve çoğunlukla yayınlanmadı. Paleontologların
çoğu değişmezliğin, durağanlık olarak isimlendirilen değişim eksikliğinin
farkındaydı...194
Fosil kayıtlarının her açıdan evrim
teorisini açıkça yalanladığı görülmektedir. Eldredge'in sözlerinde dikkat çeken
ayrı bir konu ise, fosil kayıtlarında türlerin değişmediğinin, aksine sabit
kaldıklarının belgelendiği çalışmaların yayınlanmaması ve başarısızlık olarak
nitelendirilmesidir. Evrimciler, sadece fosiller konusunda değil, diğer ilgili
bilim dallarında da evrim aleyhinde olan delilleri gözlerden uzak tutma,
taraflı yorumlarla toplumu yanıltma konusunda oldukça deneyimlidirler. Eldredge
de sözlerinin arasında evrimciler arasında alışıldık olan bu yöntemi ifade
etmektedir.
Focus dergisi
de evrimci bir yayın olmasına karşın, Cœlacanth'ın konu edildiği Nisan
2003 tarihli sayısında, bu balık gibi milyonlarca yıldır değişmeyen canlılardan
şöyle söz etmiştir:
Coelacanth gibi büyük bir canlının,
bunca yıl bilim dünyasının bilgisinden uzak yaşadıktan sonra bulunması, çok
fazla ilgiyi üstüne çekmesine yol açtı. Oysa, Cœlacanth gibi milyonlarca yıl
öncesinden kalan fosilleriyle tıpatıp benzerlik içindeki organizmaların sayısı oldukça
fazla. Örneğin, bir kabuklu türü olan Neopilina, 500 milyon yıldan beri, akrep,
430 milyon yıldan beri; zırhlı ve kılıç kuyruklu bir hayvan olan deniz canlısı
Limulus, 225 milyon yıldan beri; yalnızca Yeni Zelanda'da yaşayan bir tür
sürüngen olan Tuatara da, yaklaşık 230 milyon yıldan beri değişmedi.
Eklembacaklıların birçok takımı, timsahlar, deniz kaplumbağaları ve birçok
bitki türü de uzayıp giden listenin bir parçası. 195
Focus
dergisi, bu fosillerin evrim teorisine vurduğu darbeyi ise açıkça itiraf
etmektedir:
Evrim çizgisinden bakıldığında, bu tip
organizmaların mutasyona uğrama olasılığı, diğerlerine göre çok daha yüksek.
Çünkü, her yeni nesil, DNA'nın kopyalanması demek. Milyonlarca yıl süresince
kopyalama işleminin kaç kez yapıldığını düşününce, ortaya çok ilginç bir tablo
çıkıyor. Teoride, değişen çevre koşulları, düşman türler, türler arası rekabet
gibi çeşitli baskı unsurlarının doğal seçime neden olması, mutasyona uğramış
avantajlı türlerin seçilmesi ve bu türlerin, bu kadar uzun zaman içinde çok
fazla değişikliğe uğraması gerekiyordu. AMA GERÇEKLER BÖYLE DEĞİL. Sözgelimi,
hamamböceklerini ele alalım. Çok hızlı ürüyorlar, ömürleri de kısa, ama
yaklaşık 250 milyon yıldan beri aynılar. Daha çarpıcı bir örnek ise
archaebakteriler. Tam 3.5 milyar yıl önce, dünya henüz çok sıcakken ortaya
çıktılar, günümüzde de Yellowstone Milli Parkı'ndaki kaynar sularda yaşamaya
devam ediyorlar.196
Cœlacanth gibi
yaşayan fosillerin, ortaya çıktıkları günden günümüze değin geçen sürede hiçbir
değişikliğe uğramamış olması, sürekli değişimi öngören evrimle değil,
canlıların ayrı ayrı yaratıldıklarını ve hiç değişmeden günümüze ulaştıklarını
ortaya koyan yaratılış gerçeğiyle uyumludur. Yaşayan fosiller birer yaratılış
delilidirler. Allah milyonlarca canlı türünü mucizevi bir biçimde yoktan
yaratmıştır.
Sonuç
Bundan milyonlarca yıl önce de, günümüzde
olduğu gibi milyonlarca canlı türü yaşamıştır. 550 milyon yıl önce, son derece
kompleks göz yapıları ile denizin dibini süsleyen trilobitlerden, deniz
yıldızlarına, günümüzde yaşayan balıklardan, mis kokulu çiçeklere, aslanlara,
tavşanlara, rengarenk kuşlara, atlara, sincaplara, yunuslardan, kelebeklere,
yusufçuk böceğine, serçelerden kuzulara, karıncalardan insanlara kadar yeryüzü
yüz milyonlarca yıldır canlılarla dolup taşmış, kiminin soyu tükenmiş, kiminin
ise günümüze kadar soyu devam etmiştir.
Kitap boyunca incelediğimiz gibi tüm bu
canlılar yeryüzünde aniden belirmişler ve hiçbir değişime uğramamışlardır. Doğa
tarihi boyunca yaşamış olan canlılarla ilgili bilgi kaynağımız olan fosillerden
anlaşıldığı üzere, yeryüzünde hep tam özelliklere sahip canlılar yaşamıştır. Bu
canlıların ayakları, elleri, kanatları, derileri, tüyleri, akciğerleri,
kafatasları, omurgaları, kemik yapıları vs hep eksiksiz, özgün ve en ideal yapıda
olmuştur. Hiçbir fosilde geçiş aşamasında, yani "yarım" bir organ
veya uzuv bulunmamaktadır.
Bundan daha da önce ise bir başka mucize
gerçekleşmiş, yeryüzünde hiç hayat yokken, yeryüzü bir anda çok zengin bir
çeşitliliğe sahip canlılar topluluğu ile dolmuştur. Taş, toprak, sudan oluşan
dünyaya bir anda hayat gelmiştir.
Tüm bunların gösterdiği çok önemli iki
gerçek vardır: Canlıların ortak bir atadan rastlantılarla türediğini ileri
süren evrim teorisi doğru değildir. Canlıların tarihi, evrim teorisini kesin ve
açık olarak yalanlamaktadır. İkinci gerçek ise, çok zengin, birbirinden tamamen
farklı canlı türlerini yoktan var eden, yeryüzünü canlılık için elverişli kılan
üstün bir Güce, sonsuz bir İlme, benzeri olmayan bir Akla, benzersiz yaratma
gücüne sahip olan Kudretli bir Yaratıcı'nın var olduğu gerçeğidir. O Yaratıcı,
Alemlerin Rabbi olan Yüce Allah'tır. İnsanlara tarih boyunca elçiler,
peygamberler göndermiş, Tevrat, Zebur, İncil ve en son olarak Kuran ile
insanları doğruya, gerçeğe çağırmıştır.
Materyalistler ne kadar uğraşırlarsa
uğraşsınlar, tüm canlıları Allah'ın yarattığı gerçeğini insanlardan
gizleyemeyeceklerdir. Allah, tüm evrenin, yıldızların, galaksilerin,
denizlerin, ırmakların, tüm canlıların, insanların ve her ne kadar inkar
etseler de materyalistlerin Yaratıcısı'dır.
Kuran'da Allah'ın yaratma sanatının
anlatıldığı ayetlerden bazıları şöyledir:
İnsanı bir damla sudan yarattı, buna rağmen o,
apaçık bir düşmandır.
Ve hayvanları da yarattı; sizin için onlarda
ısınma ve yararlar vardır ve onlardan yemektesiniz. (Nahl Suresi, 4-5)
Sizin için
gökten su indiren O'dur; içecek ondan, ağaç ondandır (ki) hayvanlarınızı onda
otlatmaktasınız.
Onunla sizin
için ekin, zeytin, hurmalıklar, üzümler ve meyvelerin her türlüsünden bitirir.
Şüphesiz bunda, düşünebilen bir topluluk için ayetler vardır.
Geceyi,
gündüzü, Güneş'i ve Ay'ı sizin emrinize verdi; yıldızlar da O'nun emriyle emre
hazır kılınmıştır. Şüphesiz bunda, aklını kullanabilen bir topluluk için
ayetler vardır.
Yerde sizin
için üretip-türettiği çeşitli renklerdekileri de (faydanıza verdi). Şüphesiz
bunda, öğüt alıp düşünen bir topluluk için ayetler vardır.
Denizi de
sizin emrinize veren O'dur, ondan taze et yemektesiniz ve giyiminizde ondan
süs-eşyaları çıkarmaktasınız. Gemilerin onda (suları) yara yara akıp gittiğini
görüyorsun. (Bütün bunlar) O'nun fazlından aramanız ve şükretmeniz içindir.
Sizi
sarsıntıya uğratır diye yerde sarsılmaz dağlar bıraktı, ırmaklar ve yollar da
(kıldı). Umulur ki doğru yolu bulursunuz.
Ve (başka)
işaretler de (yarattı); onlar yıldız(lar)la da doğru yolu bulabilirler.
Yaratan, hiç
yaratmayan gibi midir? Artık öğüt alıp-düşünmez misiniz? (Nahl Suresi, 10-17)
… Sen yücesin, bize öğrettiğinden başka
bizim hiçbir bilgimiz yok. Gerçekten Sen, herşeyi bilen, hüküm ve hikmet sahibi
olansın. (Bakara Suresi, 32)
DİPNOTLAR
1
Charles Darwin, The Origin of Species: A Facsimile of the First Edition,
Harvard University Press, 1964, s. 172, 280.
2
Pierre P. Grassé, Evolution of Living Organisms, Academic Press, New
York, 1977, s. 82.
3
Charles Darwin, The Origin Of Species, chapter X, "On the
Imperfection of the Geological Record".
4
Charles Darwin, The Origin of Species, chapter X, s. 234.
5
Charles Darwin, The Origin of Species, s. 179.
6
Charles Darwin, The Origin of Species, s. 172, 280.
7 S. M.
Stanley, The New Evolutionary Timetable: Fossils, Genes and the Origin of
Species, Basic Books, Inc. Publishers, New York, 1981, s. 71.
8 Niles
Eldredge, Ian Tattersall, The Myths of Human Evolution, Columbia
University Press, 1982, s. 59.
9 R. A.
Raff, T. C. Kaufman, Embryos, Genes and Evolution: The Developmental Genetic
Basis of Evolutionary Change, Indiana University Press, 1991, s. 34.
10
Phillip E. Johnson, "Darwinism's Rules of Reasoning", Darwinism:
Science or Philosophy, Foundation for Thought and Ethics, 1994, s. 12.
11
Roger Lewin, Science, vol. 241, 15 Temmuz 1988, s. 291.
12
James Valentine, Stanley Avramik, Philip Signor ve Peter Sadler, "The
Biological Explosion at the Precambrian-Cambrian Boundary", Evolutionary
Biology, vol. 25, 1991, s. 279, 281.
13
Charles Darwin, Origin of Species, London: John Murray, 1859.
14
Charles Darwin, The Origin of Species, chapter IV, s. 99.
15
Charles Darwin, The Origin of Species, chapter X, s. 255.
16
Gregory A. Wray, "The Grand Scheme of Life", Review of The
Crucible Creation: The Burgess Shale and the Rise of Animals by Simon Conway
Morris, Trends in Genetics, Şubat 1999, vol. 15, no. 2.
17
James W. Valentine, Douglas H. Erwin, Development as an Evolutionary
Process, New York: Alan R. Liss, 1987, editörler: Rudolf A. Raff ve
Elizabeth C. Raff, "Interpreting Great Developmental Experiments: The
Fossil Record", s. 71-107.
18 M.
J. Benton, M. A. Wills ve R. Hitchin, "Quality of the Fossil Record
Through Time", Nature, vol. 403, 2000, s. 534-536.
19
Simon Conway Morris, The Crucible of Creation, Oxford University Press,
Oxford, 1998, s. 28.
20
Simon Conway Morris, The Crucible of Creation, 1998, s. 28.
21 J.
William Schopf, "The Early Evolution of Life: Solution to Darwin's
Dilemma," Trends in Ecology and Evolution, vol. 9, 1994, s.
375-377.
22
Richard Fortey, "The Cambrian Explosion Exploded?", Science,
vol. 293, no. 5529, 20 Temmuz 2001, s. 438-439.
23
Richard Fortey, "The Cambrian Explosion Exploded?", Science,
vol. 293, no. 5529, 20 Temmuz 2001, s. 438-439.
24
Douglas J. Futuyma, Science on Trial, Pantheon Books, New York, 1983, s.
197.
25
Jeffrey S. Levinton, "The Big Bang of Animal Evolution", Scientific
American, vol. 267, no. 84, Kasım 1992.
26 The
Wall Street Journal, 9 Aralık 1986.
27
Richard Monestarsky, "Waking Up to the Dawn of Vertebrates", Science
News, vol. 156, no. 19, 6 Kasım 1999, s. 292.
28
Robert Wesson, Beyond Natural Selection, MIT Press, Cambridge, Mass.,
1991, s. 50.
29
Keith Stewart Thomson "The Origin of Tetrapods," American Journal
of Science, vol. 293-A:58, 1993, s. 39.
30
Lewis L. Carroll, "Problems of the Origin of Reptiles", Biological
Reviews of the Cambridge Philosophical Society, vol. 44, s. 393.
31
Robert L. Carroll, Vertebrate Paleontology and Evolution, W. H. Freeman
and Co., New York, 1988, s. 198.
32
Stephen Jay Gould, "Eight (or Fewer) Little Piggies", Natural
History, no. 1., Ocak 1991, vol. 100, s. 25.
33
Barbara J. Stahl, Vertebrate History: Problems in Evolution, Dover,
1985, s. 238-39.
34 A. S
Romer, Vertebrate Paleontology, 3rd ed., Chicago University Press,
Chicago, 1966, s. 120.
35
Ryosuke Motani, "Rulers of the Jurassic Seas", Scientific American,
Nisan 1993 Özel Sayı, s. 18.
36
Ryosuke Motani, "Rulers of the Jurassic Seas", Scientific American,
Nisan 2003 Özel Sayı, s. 18.
37
Ryosuke Motani, "Rulers of the Jurassic Seas", Scientific American,
Nisan 2003 Özel Sayı, s. 18.
38 E.
H. Colbert, M. Morales, Evolution of the Vertebrates, New York, John
Wiley and Sons, 1991, s. 193.
39
Chris McGowan, In The Beginning... A Scientist Shows Why The Creationists
Are Wrong, Prometheus Books, 1984, s. 158-159.
40
Michael Denton, Evolution: A Theory in Crisis, Burnett Books, London,
1985, s. 181-182.
41
Michael Denton, Evolution: A Theory in Crisis, 1985, s. 180-181.
42
Chris E. Gow, An Ictidosaur Fossil From North America, Şubat 1983; W. R.
Bird, The Origin of Species Revisited, New York, 1991, s. 221.
43
Kermack, Kermack & Mussett, The Welsh Pantothere Kuehneotherium
Praecursoris, 47 J. Linnean Society 418, 418 1968.
44 Tom
Kemp, "The Reptiles That Became Mammals", New Scientist, vol.
92, 4 Mart 1982, s. 583.
45
Roger Lewin, "Bones of Mammals, Ancestors Fleshed Out", Science,
vol. 212, 26 Haziran 1981, s. 1492.
46 Eric
Lombard, "Review of Evolutionary Principles of the Mammalian Middle Ear,
Gerald Fleischer", Evolution, vol. 33, Aralık 1979, s.1230.
47
Robert L. Carroll, Patterns and Process of Vertebrate Evolution,
Cambridge University Press, 1998, s. 329.
48
Ashby L. Camp, "The Overselling of Whale Evolution", Creation
Matters, a newsletter published by the Creation Research Society,
Mayıs/Haziran 1998.
49 National
Geographic, "Balinaların Evrimi", Kasım 2001, s. 163.
50
Robert L. Carroll, Patterns and Processes of Vertebrate Evolution,
Cambridge University Press, 1998, s. 329.
51 G.
A. Mchedlidze, General Features of the Paleobiological Evolution of Cetacea,
Rusça'dan tercüme (Rotterdam: A. A. Balkema), 1986, s. 91.
52 B.
J. Stahl, Vertebrate History: Problems in Evolution, Dover Publications,
Inc., 1985, s. 489.
53
Michel C. Milinkovitch, "Molecular phylogeny of cetaceans prompts revision
of morphological transformations", Trends in Ecology and Evolution,
vol. 10, Ağustos 1995, s. 328-334.
54
Getting the Facts Straight, A Viewer's Guide to PBS's Evolution, Seattle
Discovery Institute Press, 2001.
55 S.
L. Olson, Open Letter to: Dr. Peter Raven, Secretary, Committee for Research
and Exploration, National Geographic Society, 1 Kasım 1999.
56
Michael J. Denton, Nature's Destiny, Free Press, New York, 1998, s. 361.
57
David Williamson, "Scientist Says Ostrich Study Confirms Bird 'Hands'
Unlike Those Of Dinosaurs", EurekAlert, 14-Aug-2002, http://www.eurekalert.org/pub_releases/2002-08/uonc-sso081402.php
58 A.
Elzanowski, "A comparison of the jaw skeleton in theropods and birds, with
a description of the palate in the Oviraptoridae", Smithsonian
Contributions to Paleobiology, 1999, vol. 89, s. 311–323.
59 Alan
Feduccia, "Birds are Dinosaurs: Simple Answer to a Complex Problem",
The Auk, Ekim 2002, vol. 119, no. 4, s. 1187–1201.
60 V.
Morell, "A Cold, Hard Look at Dinosaurs", Discover, 1996, vol.
17, no. 12, s. 98–108.
61
Robert L. Carroll, Vertebrate Paleontology and Evolution, Cambridge
University Press, 1998, s. 336.
62
Peter Dodson, "Mesozoic feathers and fluff", American
Paleontologist, 2001, vol. 9, no. 1, s. 7.
63 Alan
Feduccia, "Birds are Dinosaurs: Simple Answer to a Complex Problem",
The Auk, Ekim 2002, vol. 119, no. 4, s. 1187–1201.
64 Alan
Feduccia, "Birds are Dinosaurs: Simple Answer to a Complex Problem",
The Auk, Ekim 2002, vol. 119, no. 4, s. 1187–1201.
65 Alan
Feduccia, "Birds are Dinosaurs: Simple Answer to a Complex Problem",
The Auk, Ekim 2002, vol. 119, no. 4, s. 1187–1201
66 Alan
Feduccia, "Birds are Dinosaurs: Simple Answer to a Complex Problem",
The Auk, Ekim 2002, vol. 119, no. 4, s. 1187–1201.
67 A.
H. Brush, "On the Origin of Feathers", Journal of Evolutionary
Biology, vol. 9, 1996. s. 132.
68 Xing
Xu, Zhi-Lu Tang, Xiao-Lin Wang, "A therizinosauroid dinosaur with
integumentary structures from China", Nature, 1999, vol. 399, s.
350-354.
69 Alan
Feduccia, "Birds are Dinosaurs: Simple Answer to a Complex Problem",
The Auk, Ekim 2002, vol. 119, no. 4, s. 1187–1201.
70 Alan
Feduccia, "Birds are Dinosaurs: Simple Answer to a Complex Problem",
The Auk, Ekim 2002, vol. 119, no. 4, s. 1187–1201.
71
http://www.geocities.com/CapeCanaveral/Hall/2099/DinoKabin.html
72
Peter Dodson, "Response by Peter Dodson", American Paleontologist,
2001, vol. 9, no. 4, s. 13-14.
73 B.
J. Stahl, Vertebrate History: Patterns in Evolution, Dover, New York,
1985, s. 350.
74
Larry Martin, S. A. Czerkas, "The Fossil Record of Feather Evolution in
the Mesozoic", American Zoology, 2000, vol. 40, s. 687-694.
75 R.O.
Prum, "Development and Evolutionary Origin of Feathers", J. Experimental
Zoology, 1999, vol. 285, s. 291-306.
76 K.
Parkes, Speculations on the Origin of Feathers, Living Bird, 1966, vol.
5, s. 77-86.
77 W.
P. Pycraft, Animal Life: an Evolutionary Natural History, vol. II – A
History of Birds, Methuen, London, 1910, s. 39.
78
Larry Martin, S. A. Czerkas, The Fossil Record of Feather Evolution in the
Mesozoic, American Zoology, 2000, vol. 40, s. 687-694.
79 K.
Parkes," Speculations on the Origin of Feathers", Living Bird, 1966,
vol. 5, s. 77-86.
80 W.
P. Pycraft, Animal Life: an Evolutionary Natural History, vol. II – A
History of Birds, Methuen, London, 1910, s. 39.
81 W.
J. Bock, "Explanatory history of the origin of feathers", American
Zoology, 2000, vol. 40, s. 478-485.
82 W.
J. Bock, "Explanatory history of the origin of feathers", American
Zoology, 2000, vol. 40, s. 478-485.
83 C.
E. A. Turner, "Archæopteryx, a bird: No link", Evolution
Protest Movement, Eylül 1973.
84 M-P.
Schutzenberger, in "The Miracles of Darwinism: Interview with Marcel-Paul
Schutzenberger," Origins & Design, vol. 17, no. 2, Spring 1996,
s.10-15.
85 Nature,
12 Temmuz 2001.
86
Henry Gee, In Search of Deep Time, Cornell University Press, Ithaca,
1999, s. 211.
87
Henry Gee, "Return to the planet of the apes," Nature, 12
Temmuz 2001, vol. 412, s. 131-132.
88
Bernard Wood, " Origin and evolution of the genus Homo", Nature,
1992, vol. 355, no. 6363, s. 783-90.
89
Richard C. Lewontin, "Human Diversity," Scientific American,
Library: New York NY, 1995, s. 163.
90
Michael D. Lemonick, "How Man Began", Time Magazine, Mayıs
1994.
91
Solly Zuckerman, Beyond The Ivory Tower, Toplinger Publications, New
York, 1970, s. 75-94.
92
Charles E. Oxnard, "The Place of Australopithecines in Human
Evolution: Ground for Doubt", Nature, vol. 258, s. 389.
93 Fred
Spoor, Bernard Wood, Frans Zonneveld, "Implication of Early Hominid
Labryntine Morphology for Evolution of Human Bipedal Locomotion", Nature,
vol. 369, 23 Haziran 1994, s. 645-648.
94 B.G.
Richmon, D.S. Strait, "Evidence that humans evolved from a knuckle-walking
ancestor", Nature, 2000, vol. 404, no. 6776, s. 382.
95 R.
E. F. Leakey, "Further Evidence of Lower Pleistocene Hominids from East
Rudolf, North Kenya", Nature, vol. 231, 28 Mayıs 1971, s. 245.
96
Christine Berg, "How Did the Australopithecines Walk? A Biomechanical
Study of the Hip and Thigh of Australopithecus afarensis," Journal
of Human Evolution, vol. 26, Nisan 1994, s. 259-273.
97
Peter Andrews, "Ecological Apes and Ancestors," Nature, 17
Ağustos 1995, vol. 376, s. 555-556.
98 Dr.
Charles E. Oxnard, in Fossils, Teeth and Sex—New Perspectives on Human
Evolution, University of Washington Press, Seattle and London, 1987, s. 227.
99
Isabelle Bourdial, "Adieu Lucy", Science et Vie, Mayıs 1999,
no. 980, s. 52-62.
100 The
Scotsman.com: "Chimps on two legs run through Darwin's theory"
http://news.scotsman.com/index.cfm?id=1016102002
http://news.scotsman.com/index.cfm?id=1016102002
101
Holly Smith, American Journal of Physical Antropology, vol. 94, 1994, s.
307-325.
102
Fred Spoor, Bernard Wood & Frans Zonneveld, "Implications of Early
Hominid Labyrinthine Morphology for Evolution of Human Bipedal
Locomotion", Nature, vol. 369, 23 Haziran 1994, s. 645.
103
Fred Spoor, Bernard Wood, Frans Zonneveld, "Implications of Early Hominid
Labyrinthine Morphology for Evolution of Human Bipedal Locomotion", Nature,
vol. 369, 23 Haziran 1994, s. 648.
104
Bernard Wood ve M. Collard, "The Human Genus," Science, 2
Nisan 1999, vol. 284, s. 65-71.
105 S.
Scherer-Hartwig, R. D. Martin, "Was "Lucy" more human than her
"child"? Observations on early hominid postcranial skeletons", Journal
of Human Evolution, 1991, vol. 21, s. 439-49.
106 Ian
Tattersall, "The Many Faces of Homo habilis" Evolutionary
Anthropology, 1992, s. 33-37.
107
Marvin Lubenow, Bones of Contention, Grand Rapids, Baker, 1992, s. 136.
108
Boyce Rensberger, The Washington Post, 19 Kasım 1984.
109
William S. Laughlin, “Eskimos and Aleuts: Their Origins and Evolution,”
Science, Kasım 1963.
110 Pat
Shipman, "Doubting Dmanisi", American Scientist, Kasım-Aralık
2000, s. 491.
111
Focus, Nisan 2003.
112
Focus, Nisan 2003.
113 Focus,
Nisan 2003.
114 Focus,
Nisan 2003.
115 Focus,
Nisan 2003.
116
Stephen Jay Gould, Eight (or Fewer) Little Piggies, Natural History,
Ocak 1991, vol. 100, no. 1, s. 25.
117
Philip E. Johnson, Darwin on Trial, Intervarsity Press, 1993, s. 79.
118 Nature,
vol. 382, 1 Ağustos 1996, s. 401.
119
Carl O. Dunbar, Historical Geology, John Wiley and Sons, New York, 1961,
s. 310.
120
Robert L. Carroll, Patterns and Processes of Vertebrate Evolution,
Cambridge University Press, 1997, s. 280-81.
121 L.
D. Martin, J. D. Stewart, K. N. Whetstone, The Auk, vol. 98, 1980, s.
86.
122 L.
D. Martin, J. D. Stewart, K. N. Whetstone, The Auk, cilt 98, 1980, s.
86; L. D. Martin "Origins of Higher Groups of Tetrapods", Ithaca,
Comstock Publising Association, New York, 1991, s. 485, 540.
123 S.
Tarsitano, M. K. Hecht, Zoological Journal of the Linnaean Society, vol.
69, 1985, s. 178; A. D. Walker, Geological Magazine, vol. 177, 1980, s.
595.
124
Peter Dodson, "International Archæopteryx Conference", Journal of
Vertebrate Paleontology, Haziran 1985, vol. 5, no. 2, s. 177.
125
Richard Hinchliffe, "The Forward March of the Bird-Dinosaurs
Halted?", Science, vol. 278, no. 5338, 24 Ekim 1997, s. 596-597
126
Richard Hinchliffe, "The Forward March of the Bird-Dinosaurs
Halted?", Science, vol. 278, no. 5338, 24 Ekim 1997, s. 596-597.
127
Jonathan Wells, Icons of Evolution, Regnery Publishing, 2000, s. 117.
128 Richard
L. Deem "Demise of the 'Birds are Dinosaurs' Theory";
http://www.yfiles.com/dinobird2.html
129 Pat
Shipman, "Birds do it... Did Dinosaurs?", New Scientist, 1
Şubat 1997, s. 31.
130
"Old Bird", Discover, 21 Mart 1997.
131
"Old Bird", Discover, 21 Mart 1997.
132 Pat
Shipman, "Birds Do It... Did Dinosaurs?", s. 28.
133
R.N. Melchor, S. de Valais, J.F. Genise, Bird-like fossil footpints from the
Late Triassic, Nature, 2002, vol. 417, s. 936-938.
134
David Williamson, "Scientist says ostrich study confirms bird 'hands'
unlike those of dinosaurs", UNC News, 14 Ağustos 2002, no. 425, www.unc.edu/news/newsserv
135 S.
J. Gould & N. Eldredge, Paleobiology, vol. 3, 1977, s. 147.
136
Christopher P. Sloan, "Kanatların Efendisi", National Geographic,
Mayıs 2003.
137
Alan Feduccia, The Origin and Evolution of Birds, 2nd ed., Yale
University Press, New Haven, 1999.
138
Boyce Rensberger, Houston Chronicle, 5 Kasım 1980, bölüm 4, s. 15.
139
Harper's Magazine, Şubat 1985, s. 60.
140
Francis Hitching, The Neck of the Giraffe: Where Darwin Went Wrong,
Ticknor and Fields, New York, 1982, s. 30-31.
141
Francis Hitching, The Neck of the Giraffe, s. 30-31.
142
Gordon Rattray Taylor, The Great Evolution Mystery, Sphere Books,
London, 1984, s. 230.
143
Elwyn Simons, "Ramapithecus", Scientific American, no. 236,
Mayıs 1977, s. 28.
144
Elwyn Simons, "Puzzling Out Men's Ascent", Time, 7 Kasım 1977,
no. 110, s. 48.
145
Robert Ackhardt, "Population Genetics and Human Origins", Scientific
American, no. 226, 1972, s. 94.
146
Richard Leakey, "Hominids in Africa", American Scientist, no.
64, 1976, s. 174ç
147
David Pilbeam, "Humans Lose an Early Ancestor", Science, Nisan
1982, s. 6-7.
148
Marvin Lubenow, Bones of Contention, Grand Rapids, Baker, 1992,
s. 83.
149
Richard Allan & Tracey Greenwood, Primates and Human Evolution in
the textbook: Year 13 Biology, 1999. Student Resource and Activity
Manual, (Biozone International, printed in New Zealand.), s. 260.
150
William Howells, Getting Here the Story of Human Evolution, The Compass
Press, Washington D.C., 1993, s. 79.
151
Adrienne Zihlman, "Pygmy chimps, people, and the pundits", New
Scientist, 15 Kasım 1984, s. 39.
152
Cherfas, Jeremy. "Trees have made man upright" New Scientist,
20 Ocak 1983, s. 172.
153
Isabelle Bourdial, "Adieu Lucy", Science et Vie, Mayıs 1999,
no. 980, s. 52-62.
154 Tim
Friend, "Discovery rocks human-origin theories", 21 Mart 2003;
http://www.usatoday.com/news/science/2001-03-21-skull.htm
http://www.usatoday.com/news/science/2001-03-21-skull.htm
155 Tim
Friend, "Discovery rocks human-origin theories", 21 Mart 2003;
http://www.usatoday.com/news/science/2001-03-21-skull.htm
http://www.usatoday.com/news/science/2001-03-21-skull.htm
156 Tim
Bromage, New Scientist, vol. 133, 1992, s. 38-41.
157 E.
Cronin, N. T. Boaz, C. B. Stringer, Y. Rak, "Tempo and Mode in Hominid
Evolution", Nature, vol. 292, 1981, s. 113-122.
158 C.
L. Brace, H. Nelson, N. Korn, M. L. Brace, Atlas of Human Evolution, 2.
baskı, Rinehart and Wilson, New York, 1979.
159
Alan Walker, Scientific American, vol. 239, no. 2, 1978, s. 54.
160
Bernard Wood, Mark Collard, "The Human Genus", Science, vol.
284, no. 5411, 2 April 1999, s. 65-71.
161
John Whitfield, "Oldest Member of Human Family Found", Nature,
11 Temmuz 2002.
162 D.
L. Parsell, "Skull Fossil From Chad Forces Rethinking of Human
Origins", National Geographic News, 10 Temmuz 2002.
163
John Whitfield, "Oldest Member of Human Family Found", Nature,
11 Temmuz 2002
164
"Face of yesterday : Henry Gee on the dramatic discovery of a seven-million-year-old
hominid", The Guardian, 11 Temmuz 2002
165
http://www.versiontech.com/origins/news/news_article.asp?news_id=18
166
http://www.columbia.edu/~rk2143/web/orrorin/Otungensis1.html
167 http://news.nationalgeographic.com/news/2003/02/0227_030227_javaskull.html
168
Michael D. Lemonick ve Andrea Dorfman, "One Giant Step for Mankind", Time,
23 Temmuz 2001.
169
Michael D. Lemonick, Andrea Dorfman,"One Giant Step for Mankind", Time,
23 Temmuz 2001.
170
Richard Allan & Tracey Greenwood, Primates and Human Evolution
in the textbook: Year 13 Biology 1999. Student Resource and Activity Manual,
(Biozone International., printed in New Zealand.) , s. 260.
171
Eurekalert.com; "Oldest Human Ancestor is (Again) Called into
Question", 27 Ağustos 2002.
172
http://news.bbc.co.uk/hi/english/sci/tech/ newsid_1234000/1234006.stm
173
Daniel E. Lieberman, "Another face in our family tree", Nature,
22 Mart 2001.
174
http://news.bbc.co.uk/hi/english/sci/tech/newsid_1234000/1234006.stm
175
http://news.bbc.co.uk/hi/english/sci/tech/newsid_1234000/1234006.stm
176
Michael Balter, Ann Gibbons, "Were 'Little People' the First to Venture
Out of Africa?", Science, vol. 297, no. 5578, 5 Temmuz 2002, s.
26-27.
177
Michael Balter, Ann Gibbons, "Were 'Little People' the First to Venture Out
of Africa?", Science, vol. 297, no. 5578, 5 Temmuz 2002, s. 26-27.
178
Michael Balter, Ann Gibbons, "Were 'Little People' the First to Venture
Out of Africa?", Science, vol. 297, no. 5578, 5 Temmuz 2002, s.
26-27.
179
Michael Balter , Ann Gibbons, "Were 'Little People' the First to Venture
Out of Africa?", Science, vol. 297, no. 5578, 5 Temmuz 2002, s.
26-27.
180 John
Roach, "Skull Fossil Challenges Out-of-Africa Theory", National
Geographic News, 4 Temmuz 2002; http://news.nationalgeographic.com/news/2002/07/0703_020704_georgianskull.html
181 John
Roach, "Skull Fossil Challenges Out-of-Africa Theory", National
Geographic News, 4 Temmuz 2002; http://news.nationalgeographic.com/news/2002/07/0703_020704_georgianskull.html
182
Malcolm Muggeridge, The End of Christendoms, Eerdmans, 1980, s. 59.
183
Stephen Jay Gould, "Smith Woodward's Folly", New Scientist, 5
Nisan 1979, s. 44.
184
Stephen Jay Gould, "Smith Woodward's Folly", New Scientist, 5
Nisan 1979, s. 44.
185 W.
K. Gregory, "Hesperopithecus Apparently Not An Ape Nor A Man", Science,
vol. 66, Aralık 1927, s. 579.
186 Ann
Gibbons, "Plucking the Feathered Dinosaur", Science, vol. 278,
no. 5341, 14 Kasım 1997, s. 1229 - 1230.
187 National
Geographic, "Feathers for T. Rex?", vol. 196, no. 5, Kasım 1999.
188 Tim
Friend, "Dinosaur-bird link smashed in fossil flap", USA Today,
25 Ocak 2000.
189
"Open Letter: Smithsonian decries National Geographic's 'editorial
propagandizing' of dinosaur-to-bird 'evolution'",
http://www.trueorigin.org/birdevoletter.asp
190 S.
J. Gould,"Evolution's Erratic Pace", Natural History, vol. 86,
May 1977.
191 S.
J. Gould, "Cordelia's Dilemma", Natural History, Şubat, s.
10-18.
192
Niles Eldredge, Ian Tattersall, The Myths of Human Evolution, Columbia
University Press, 1982, s. 45-46.
193 Steven
M. Stanley, The New Evolutionary Timetable, 1981, s. 71
194
Niles Eldredge, Evolutionary Tempos and Modes: A Paleontological
Perspective," in the collection What Darwin Began: Modern Darwinian and
Non-Darwinian Perspectives on Evolution (Godfrey, ed, 1985).
195 Focus,
Nisan 2003.
196 Focus,
Nisan 2003.
197
Jeff Hecht, "Branching Out", New Scientist, 10 Ekim 1998, vol.
160, no. 2155, s. 14.
RESİM ALTI YAZILARI
s.12
20. yüzyılın ikinci yarısından itibaren
elde edilen bilimsel bulgular, evrim teorisinin çöküşünü hazırlamaya başladı.
s.16
Charles Darwin
s.18
FOSİLLERİ OLAN KUSURSUZ CANLILAR
s.18-19
HİÇ VAR OLMAMIŞ, SADECE EVRİMCİLERİN
HAYALLERİNDE YAŞAYAN ARAGEÇİŞ CANLILARI
s.19
FOSİLLERİ OLAN KUSURSUZ CANLILAR
Eğer evrim teorisi doğru olsaydı, fosil
kayıtlarında, bu resimlerde olduğu gibi, tam oluşmamış, iki türe ait farklı
özellikler taşıyan, garip canlıların fosilleri bulunmalıydı. Ancak fosil
kayıtlarında bu özelliklerde tek bir canlıya bile rastlanmamıştır.
s.22
Fosil kayıtlarında, milyarlarca yıl önce
yaşamış olan bakterilerden karıncalara, yapraklardan kuşlara kadar birçok
canlıya ait fosil bulunmasına rağmen, hayali ara geçiş formlarına ait bir tek
fosil dahi bulunmamıştır.
s.23
Altta, 2 milyon yıllık amber içinde
karınca fosili ve üstünde günümüzdeki karınca
Sağda, Çuha çiçeği fosili ve yukarıda,
günümüzde yaşayan çuha çiçeği
Birkaç milyon yıllık Akçaağaç yaprağının
fosili ve günümüzdeki Akçaağaç yaprakları.
Zeminde, bugüne kadar bulunan en eski
çiçekli bitki fosili
s.26
Evrim teorisinin iddiasına göre, canlı
türleri birbirlerinden küçük değişimlerle türemişlerdir. Evrimcilerin bu
iddiaları doğru olsaydı, resimdeki gibi ara geçiş canlılarının fosil
kayıtlarında bulunması gerekirdi. Ancak bu tür canlılardan eser yoktur.
s.27
MİLYONLARCA ÖRNEĞİNE RASTLADIĞIMIZ TAM BİR
AYAK FORMU (resim: 5)
EVRİMCİLERE GÖRE OLMASI GEREKEN -AMA VAR
OLMAYAN- BOZUK ARA FORMLAR (resim: 1-4)
s.28
EVRİMCİLER CANLILARIN AŞAMA AŞAMA BUGÜNKÜ
HALLERİNİ ALDIKLARINI ÖNE SÜRERLER. ANCAK BURADAKİ GİBİ SÖZDE ARA FORMLARIN TEK
BİR ÖRNEĞİNE RASTLANMAMIŞTIR.
EVRİMCİLERE GÖRE OLMASI GEREKEN HAYALİ ARA
FORMLAR
Fosil kayıtlarında bulunan canlılar hep
kusursuz ve tamdırlar. Hiçbiri bu resimlerde görüldüğü gibi ara aşamada
değildir. Bu gerçek, evrimin hiçbir zaman yaşanmadığının önemli bir delilidir.
s.28-29
ÜSTTEKİ GİBİ ARA GEÇİŞ CANLILARI HİÇ VAR
OLMAMIŞTIR.
s.29
YAKLAŞIK, 355-295 MİLYON YILLIK YUSUFÇUK
FOSİLİ, GÜNÜMÜZDEKİYLE TIPATIP AYNI.
KUSURSUZ YAPISIYLA GÜNÜMÜZE AİT BİR
YUSUFÇUK.
TAM BİR KUŞ FOSİLİ
s.31
ÇERÇEVE İÇİNDEKİLER GİBİ, BİLİNEN TÜM
İNSAN KAFATASLARI, SİMETRİK, DÜZGÜN VE TAMDIR.
ÇERÇEVESİZ OLARAK GÖRÜLEN VE ÖZEL OLARAK
YAPILMIŞ, BOZUK, ASİMETRİK KAFATASLARINA İSE -EVRİMCİLERİN BEKLENTİLERİNİN
TERSİNE-FOSİL KAYITLARINDA HİÇ RASTLANMAMAKTADIR.
s.33
Eğer canlılar evrimcilerin iddia ettikleri
gibi tesadüfi mutasyonlar sonucunda meydana gelseydi, örneğin bir gergedanın
veya geyiğin boynuzları ve kafatası oluşana kadar, arada sayısız biçimsiz,
deforme, garip görünümlü kafatası ve boynuz şekli oluşacaktı. Bunların da
mutlaka fosil kayıtlarında görülmesi gerekirdi. Ancak fosil kayıtlarında
bulunan tüm kafatasları ve boynuzlar, eksiksiz ve kusursuzdurlar.
FOSİL KAYITLARINDA BULUNMAYAN HAYALİ
ANTİLOP ARA FORMU
ANTİLOBA AİT DÜZGÜN BİR KAFATASI
TAM, SİMETRİK VE KUSURSUZ BOYNUZLARA SAHİP
BİR ANTİLOP
s.35
EĞER EVRİM TEORİSİ DOĞRU OLSAYDI,
RESİMLERDE GÖRDÜĞÜMÜZ BOZUK, BİÇİMSİZ, GARİP EL VE KOL YAPILARINA FOSİL
KAYITLARINDA SIKÇA RASTLAMAMIZ GEREKİRDİ. ANCAK BİLİNEN TÜM EL VE KOL FORMLARI,
SON DERECE İŞLEVSEL VE DÜZGÜNDÜR.
s.36
İNSANA AİT , DÜZGÜN AYAK KEMİĞİ YAPISI
(resim: 5)
Yukarıdaki resimlerde görülen hayali,
bozuk ayak kemiği yapıları (resim: 1-4), insanın yürümesine hatta dengeli
olarak ayakta durmasına engel teşkil edecek biçimdedir. Ancak bilinen tüm ayak
kemiği fosilleri en ideal yapıda yaratılmışlardır ve bu tür anormalliklere
rastlanmaz.
FOSİL KAYITLARINDA BULUNAMAYAN, HAYALİ,
BOZUK VE BİÇİMSİZ AYAK KEMİĞİ YAPILARI (resim: 1-4)
s.37
HAYALİ BOZUK OMURGA ŞEKİLLERİ (resim: 1-3)
Orijinal insan omurgası, son derece
düzgündür ve vücudu esnek olarak ayakta tutacak en ideal şekilde yaratılmıştır.
Evrimcilere göre ara form olarak olması gereken bozuk omurga şekillerine ise
hiç rastlanmamaktadır.
ORİJİNAL İNSAN OMURGASI (resim: 4)
s.38
Eğer evrimcilerin iddia ettiği gibi aşama
aşama bir gelişim yaşanmış olsaydı; yukarıdaki gibi 2 omurdan ya da 5 omurdan
oluşan omurgalar bulunması gerekirdi. Ancak fosil kayıtlarında bu tür örneklere
hiç rastlanmaz. Aksine bilinen tüm omurga yapıları, bugünkü mükemmel formlarına
sahiptir.
s.39
Evrimcilerin ara form olduğunu iddia
ettikleri solda çizimi görülen Archæopteryx'in, bugün tam bir uçucu kuş olduğu
kanıtlanmıştır.
Evrimcilerin ara geçiş formu olduğunu
iddia ettikleri canlılar gerçekte, tam ve kusursuz yapılara sahip canlı
türleridir. Bu canlıların ara form özellikleri bulunmamaktadır.
Günümüzde halen yaşayan Cœlacanth, tam bir
balıktır.
410 milyon yıllık Cœlacanth fosili
150 milyon yıllık Archæopteryx fosili
s.41
Gökleri ve yeri hak ile yarattı: O, şirk
koştukları şeylerden yücedir. İnsanı bir
damla sudan yarattı, buna rağmen o, apaçık bir düşmandır. Ve hayvanları da
yarattı; sizin için onlarda ısınma ve yararlar vardır ve onlardan yemektesiniz.
Akşamları getirir, sabahları götürürken onlarda sizin için bir güzellik vardır.
(Nahl Suresi, 3-6)
s.44
545 milyon yıllık trilobit fosili
s.48
kadife tırtıl
karides benzeri trilobit
hyolithid
sert dikenli kurtçuk
tüylü kurtçuk
batrak benzeri organizma
British Columbia'da (Kanada) bulunan
Burgess Shale fosil yataklarının bulunduğu bölge
s.51
Burgess Shale'de bulunan bir eklembacaklı
ile (solda) sümüklüböcek benzeri bir canlının (sağda) fosili
s.53
Kambriyen katmanlarında fosilleri bulunan
kompleks canlılardan biri: Trilobit
s.56
Pikaia fosili
s.57
Evrimciler pikaia adlı canlının balıkların
atası olduğunu iddia ettiler. Oysa, daha sonra pikaia'nın torunları olduğu
iddia edilen balıklarla, pikaia'nın Kambriyen dönemde, birlikte yaşadıkları
ortaya çıktı.
s.58
1999 yılındaki yeni bir bulgu, Kambriyen
döneminde yaşamış olan iki balık türünün varlığını ortaya çıkarmıştır.
Haikouichthys ercaicunensis
Myllokunmingia fengjiaoa
s.60
Evrimcilerin yıllarca ara geçiş formu
olarak tanıttıkları Coelacanth, ilk olarak 1938 yılında Hint Okyanusu'nda canlı
olarak bulunduğunda, ara geçiş canlısı olmadığı anlaşıldı. Balık, evrimcilerin
iddia ettikleri gibi, denizden karaya çıkmaya hazırlık aşamasında olan bir
canlı değildi. Aksine, oldukça derin sularda yaşıyordu. Yüzgeçlerinde ise
evrimcilerin iddia ettikleri gibi ayaklara benzer hiçbir yapı bulunmamaktaydı.
Günümüzde yaşayan Cœlacanth
s.61
Avustralya akciğerli balığı. Evrimciler,
akciğerli balıkların, amfibiyenlerin atası olduğunu iddia ederler. Ancak bu
balıkların akciğer yapısının kara canlılarının akciğerleri ile hiçbir benzerliği
bulunmamaktadır.
s.62
Evrim teorisine göre, kara canlıları
balıklardan evrimleşmiştir. Eğer bu iddia doğru olsaydı, fosil kayıtlarında
resimdeki gibi yarı balık-yarı sürüngen canlılara ait fosiller bulunmalıydı.
Ancak fosil kayıtlarında, bu tür canlıların hiçbir zaman yaşamadıkları
görülmektedir.
s.63
Acanthostega: Evrimcilerin balıklardan
amfibiyenlere geçişe örnek gösterdikleri bir canlı. Ancak bu canlı bir ara
geçiş formu değildir.
s.64
Amfibiyenlerle sürüngenler arasındaki en
önemli farklardan biri yumurtalarının yapısıdır. Amfibiyenlerin su ortamına
uygun şeffaf ve geçirgen yumurtalarına karşılık, sürüngenlerin kara ortamına
uygun kalın kabuklu yumurtaları vardır.
s.65
TAM BİR AMFİBİYEN
HAYALİ ARA GEÇİŞ FORMLARI (resim: 2-4)
Sürüngenlerin, amfibiyenlerden
evrimleştiğini gösteren hiçbir ara geçiş fosili bulunmamaktadır.
TAM BİR SÜRÜNGEN
s.66
Evrimcilerin, sürüngenlerin atası olarak
tanıttıkları Seymouria'nın sürüngenlerle aynı dönemde yaşadığı anlaşıldığında,
evrimcilerin bu iddiası da çöpe atılmıştır.
s.67
Soyu tükenmiş bir deniz sürüngeni olan
Ichthyosaur
Ichthyosaur fosili
s.70
Sürüngen yapısına sahip timsah fosili.
s.71
Bu hayali ara geçiş formlarına (resim:
2-4) ait fosil ve yeryüzü katmanlarında rastlanmaz.
Sürüngenlerle Ichthyosaurlar arasındaki
farklardan bir diğeri de vücutlarının önündeki omurgaların sayısıdır.
Sürüngenlerin vücutlarının ön kısmında 20 kadar omurga varken, Ichthyosaurlarda
40 kadar omurga vardır. Bu durumda, evrimcilerin hayal ettiği evrim sürecinde,
omurga sayısı açısından da ara geçiş formu oluşturabilecek örneğin 25, 35, 38
omurgalı canlıların fosili bulunmalıdır. Ancak bu tür fosillerden eser yoktur.
s.72
Ichthyosaurlar derin sularda yaşamaya
uygun olarak yaratılmış deniz sürüngenleridir. Bu canlıların sözde evrimsel
atalarına dair fosil kayıtlarında hiçbir delil bulunmamaktadır. Solda:200
milyon yıllık Ichthyosaur fosili.
s.74
Eğer memeliler evrimcilerin iddia ettiği
gibi, sürüngenlerden küçük aşamalarla evrimleşmiş olsalardı, o zaman fosil
kayıtlarında bu resimlerdekilere benzer milyonlarca ara geçiş canlısına ait
fosile rastlanmalıydı. Ara geçiş canlılarının eksikliği, evrim teorisinin
çöküşü demektir.
HAYALİ ARA FORMLAR (resim: 2-4)
TAM BİR SÜRÜNGEN OLAN TİMSAH
s.75
Fosil kayıtlarında, tavşanlara, kaplumbağalara,
kertenkelelere, sincaplara ait fosiller bulunurken, evrimcilerin hayallerindeki
yarı memeli-yarı sürüngen canlılara ait tek bir tane fosil dahi yoktur.
FOSİLLERİ OLAN TAM BİR TAVŞAN
BU VE BENZERİ HAYALİ ARA FORMLARDAN ESER
YOKTUR
ÇOK SAYIDA FOSİLİNE RASTLADIĞIMIZ TAM BİR
KAPLUMBAĞA
BU VE BENZERİ HAYALİ ARA FORMLARDAN İSE
TEK BİR TANE BİLE YOKTUR!
TAM BİR MEMELİ OLAN SİNCAP
s.77
Therapsida takımına ait bir canlının
fosili. Evrimciler bu canlıları memelilerin atası olarak gösterirler. Ancak bu
iddiaları bilimsel değildir.
s.79
Roger Lewin
s.82
Pakicetus (50 milyon yıl önce)
Ambulocetus (49 milyon yıl önce)
Kutchicetus (43-46 milyon yıl önce)
Rodhocetus (46.5 milyon yıl önce)
EVRİMCİLERİN "YÜRÜYEN BALİNA"
SENARYOSU BİLİM DIŞIDIR
Dorudon (37 milyon yıl önce)
Basilosaurus (37 milyon yıl önce)
s.83
Pakicetus
s.84
Platypus
EVRİMCİLERİN HAYALİ BALİNANIN EVRİMİ
ŞEMASI
Evrimcilerin bu hayali şemaya
yerleştirdikleri canlıların fosilleri incelendiğinde, aralarında büyük anatomik
farklılıklar bulunduğu ve birbirlerine bağlanan ara formlar olmadıkları açıkça
görülmektedir.
s.86
Ambulocetus çizimi
Yanda hayali çizimi görülen
Basilosaurus'un fosili, bilinen en büyük balinalardan biridir.
s.87
Archaeocetea (arkaik, yani eski balina)
kafatası
s.90
AYI
s.91
YARI AYI-YARI BALİNA ÖZELLİKLERİ TAŞIYAN
HAYALİ ARA GEÇİŞ FORMLARI... (resim: 2-4)
BU TÜR ARA GEÇİŞ FORMLARINA FOSİL
KAYITLARINDA RASTLANMAMAKTADIR.
s.92
Evrimcilerin kuşların kökeni hakkındaki en
popüler iddialarına göre, kuşlar yanda çizimi görülen Theropod dinozorlarından
evrimleşmiştir. Bu, delilsiz bir senaryodur.
s.93
Bir Theropod türü olan Herrerasaur'un
iskeleti.
s.96
BİR DİNOZOR ÇİZİMİ
s.97
TAM BİR KUŞ
YARI DİNOZOR-YARI KUŞ ÖZELLİKLERİ TAŞIYAN
BU GİBİ HAYALİ ARA FORMLAR HİÇBİR ZAMAN VAR OLMADI. (resim: 2-4)
Evrimcilerin, kuşların dinozorlardan
evrimleştiklerini ispatlayabilmeleri için, bu resimlerde görülen sözde ara
geçiş formlarının fosillerini bulmuş olmaları gerekirdi. Ancak, fosil
kayıtlarında dinozorlara ve kuşlara ait birçok fosil bulunmasına rağmen, hayali
dino-kuşlardan eser yoktur.
s.99
Pterosaur olarak adlandırılan uçan
sürüngenler, kuşlarla çok farklı kanat ve iskelet yapılarına sahiptirler.
s.100
Alan Feduccia
s.102
Therizinosaurus çizimi
s.106
Archæopteryx çizimi
s.107
Velociraptor çizimi
Evrimciler, sözde evrimsel akrabalık
ilişkisi kurmak adına çarpıtmalara başvururlar. Örneğin yaşı Archæopteryx'ten
çok daha genç olan Velociraptor'u Archæopteryx'in atası kabul etmektedirler.
Velociraptor fosili
s.108
FOSİL KAYITLARTINDA BİR ÇOK ÖRNEĞİ OLAN
SÜRÜNGEN PULLARI (resim:1)
s.109
YARI PUL-YARI TÜY ÖZELLİĞİ TAŞIYAN BU
HAYALİ ARA FORMLAR YOKTUR (resim:2-4)
FOSİL KAYITLARINDA BİRÇOK ÖRNEĞİ OLAN KUŞ
TÜYÜ (resim:5)
s.110
Fosil kayıtlarında, kuş tüylerine ait birçok
fosil bulunmaktadır.
s.111
Solda, 90-95 milyon yıllık amber içinde
kuş tüyü, altta solda, 120 milyon yıllık tüylü kuş fosili, sağında, 120 milyon
yıllık kuş tüyü fosili
s.114
Nature, 12 Temmuz 2001
s.115
Ardipithecus ramidus
Australopithecus anemensis
Australopithecus aferensis
Paranthrobus boisei
Paranthrobus robustus
Australopithecus africanus
Homo rudolfensis
Homo habilis
Homo ergaster
Homo erectus
Homo heidelbergensis
Homo neanderthalensis
Homo sapiens
Bu şemada da görüldüğü gibi evrimcilerin
insanın atası olduğunu iddia ettikleri fosiller, geçmişten günümüze süreklilik
gösteren bir ata-torun ilişkisi içinde değildirler. Herbiri farklı bir türün
devamı olarak ortaya çıkmaktadır.
s.117
Evrimciler, 150 yıldır büyük bir gayretle,
teorilerini kanıtlayabilmek için hayali ara geçiş canlılarının fosillerini
aramaktadırlar. Ancak 150 yıldır bu çabaları hiçbir sonuç vermemiştir.
s.119
ÖNCE İNSANIN ATASI OLARAK SUNULDU, SONRA
SOYU TÜKENMİŞ BİR MAYMUN TÜRÜ OLDUĞU ANLAŞILDI
HAYALİ
Australopithevus aferensis cinsine ait AL
288-1 veya bilinen adıyla Lucy
s.123
İki ayak üzerinde yürüyebilen Bwindi şempanzeleri
evrimicilerin iddialarını yalanlıyor.
s.124
"Fosil Avcısı" olarak anılan Leakey
ailesi.
Üstte: Louis ve Mary Leakey.
Solda: Richard Leakey
s.126
Australopithecus robustus, klasik maymun
özelliklerine sahiptir.
s.128
HOMO ERECTUS BİR ARA GEÇİŞ FORMU DEĞİL,
BİR İNSAN IRKIDIR.
Günümüzde Homo erectus ile aynı kafatası
ortalamasında pek çok insan yaşamaktadır. Bu, Homo erectus'un bir insan ırkı olduğunu,
ara geçiş formu olmadığını göstermektedir.
s.129
EVRİMCİ SAHTEKARLIKLARA BİR ÖRNEK: PEKİN
ADAMI
Homo erectus'un beyninin büyük olduğunu
gösteren kafatası parçası
Homo erectus'un dik yürüdüğünü gösteren
kemik fosili
Pekin Adamı
s.130
ARA GEÇİŞ FOSİLİ OLARAK SUNULAN TURKANA
ÇOCUĞU, GÜNÜMÜZ İNSANINDAN FARKSIZDIR...
Afrika'da bulunan Homo erectus
örneklerinin en ünlüsü, Turkana Çocuğu adlı fosildir. Bu fosilin sahibinin 12
yaşında bir çocuk olduğu saptanmıştır. Fosilin dik iskelet yapısı günümüz insanından
farksızdır.
s.133
İspanya'nın kuzeyinde Gran Dolina
Mağarası'nda bulunan 780.000 yıllık insan fosilleri Homo heilderbergensis
olarak sınıflandırıldı.
s.134
FARKLI İNSAN IRKLARINA AİT FOSİLLER,
EVRİMCİLER TARAFINDAN YARI MAYMUN-YARI İNSAN CANLILAR OLARAK YANSITILMAKTADIR.
Cro-magnon kafatası
Fosil kayıtlarında farklı insan ırklarına
veya farklı maymun türlerine ait fosiller bulunmaktadır. Ancak, evrimcilerin
hayal ettikleri yarı maymun-yarı insan canlılara ait hiçbir kalıntı yoktur.
Neandertal kafatası
Resimde farklı ırklara ait insanlar
görülmektedir.
s.136
De ki: "Siz, Allah'ın dışında taptığınız
ortaklarınızı gördünüz mü? Bana haber verin; yerden neyi yaratmışlardır? Ya da
onların göklerde bir ortaklığı mı var? Yoksa Biz onlara bir kitap vermişiz de
onlar bundan (dolayı) apaçık bir belge üzerinde midirler? Hayır, zulmedenler,
birbirlerine aldatmadan başkasını vadetmiyorlar. (Fatır Suresi, 40)
s.141
CANLISI BULUNANA KADAR EVRİMCİ
PROPOGANDAYA MALZEME OLAN BİR BALIK: CŒLACANTH
Yıllarca balıklarla sürüngenler arasındaki
ara geçiş formu olarak tanıtılan Cœlacanth, 1938 yılında canlısının
bulunmasıyla, evrimcilerin sözde deliller listesinden çıkartıldı.
s.144
Cœlacanth'ın canlısının bulunmasıyla, bu
balık üzerinde çok detaylı incelemeler yapıldı.
s.150
Hoatzin
Theropod dinozoru çizimi
s.153
Confuciusornis
s.154
Liaoningornis
s.155
120 milyon yaşında olduğu belirlenen
Eoalulavis
s.156
Jeholornis adlı kuşun çizimi ve fosili
s.157
Stephen Jay Gould
Platypus
s.158
Microraptor gui fosili ve çizimi
s.160
Sinovenator changii
s.161
Bir müzede bulunan bu at serisi, farklı
zamanlarda ve farklı yerlerde yaşamış bazı canlıların keyfi diziliminden
oluşmaktadır. Atın sözde evriminin fosil kayıtlarında hiçbir delili yoktur.
SAHTE
s.162
Atın sözde evrimi şeması, geçmişte farklı
dönemlerde yaşamış olan bazı memelilerin evrimcilerin beklentilerine göre
dizilmesinden oluşmaktadır. Bu hayali şemadaki hayvanların büyüklükleri ve
özellikleri, ayrıca yaşadıkları dönemler, atın evrimi şemasının çelişkilerini
ortaya koymaktadır.
Günümüz
25 milyon yıl önce
50 milyon yıl önce
s.163
Atın ilk atası olduğuna inanılan Eohippus,
günümüzde Afrika'da yaşayan Hyrax ile çok benzerdir ve atla hiçbir ilgisi ve
benzerliği yoktur.
s.164
Fosil kayıtlarında, atlar tüm özellikleriyle,
tam olarak bulunmaktadırlar. Eğer atlar evrimle meydana gelmiş olsalardı, bu
sayfada sağdaki ve yan sayfadaki resimlerde görüldüğü gibi ara aşamalardan
geçmeleri gerekecekti. Ancak fosil kayıtlarında bu tür ara formlar kesinlikle
bulunmamaktadır.
Günümüze ait tam ve kusursuz bir at.
Hayali bir ara form örneği.
s.165
Eğer atlar evrimcilerin iddia ettiği gibi
evrimle meydana gelseydi, her aşamada sakat, garip, ucube canlılar meydana
gelecekti. Ancak fosil kayıtları, atların tarihinde bu tür eksik ve kusurlu
canlılar olmadığını, atların, tüm diğer canlılar gibi bir kerede, kusursuz ve
eksiksiz olarak yaratıldıklarını göstermektedir.
Fosil kayıtlarında hiçbir örneği olmayan hayali
bir ara geçiş formu.
Çok sayıda örneği olan kusursuz bir at.
Fosil kayıtlarında hiçbir örneği olmayan
hayali ara geçiş formları.
s.166
Dryopithecus
Ramapithecus
s.168
Ramapithecus kafatası ve evrimcilerin
kafatasından yola çıkarak çizdikleri hayali resimler.
HAYALİ
HAYALİ
Ramapithecus, bu hayali çizimlerde resmedildiği
gibi insanın atası değildir. Sadece bir maymun türüdür.
s.169
Alan Walker ve Richard Leakey
s.170
FARKLI İNSAN IRKLARI EVRİME DELİL DEĞİLDİR
s.171
Lucy adlı fosili bulan Donald Johanson
(sağda), bir başka A. afarensis fosilini incelerken.
s.174
Ara geçiş formu olarak gösterilmeye
çalışılan kafatasları, tamamen hayali bir sınıflandırmaya tabi tutulmaktadır.
Homo habilis kafatası
Homo rudolfensis rekonstrüksiyonu
s.176
Sahelanthropus tchadensis
s.177
Nature, 11 Temmuz 2002
s.178
Milenyum Adamı olarak anılan Orrorin
tugensis'e ait fosil buluntuları.
s.182
A. r. kaddaba'ya ait olduğu iddia edilen
ayak parmağı kemiği
s.183
Ardipithecus ramidus'a ait diş
s.186
K. platyops ile ilgili BBC'nin internet
sayfasında çıkan haber.
s.187
Meave Leakey
s.188
Hayali Evrim Ağacı:
Bulunan her fosil, insanın sözde evrimi
ile ilgili şemayı daha da karmaşık hale getirmekte, çelişkileri artırmaktadır.
s.190
National Geographic dergisinin "Bilim
dünyasını sarsan keşif" ifadesiyle duyurduğu Dmanisi kafatası fosilleri,
evrim teorisinin insanın sözde evrimi ile ilgili iddialarını daha da çelişkili
hale getirmektedir.
s.193
Sahte Piltdown adamı üzerinde yorum yapan
evrimciler
s.194
Sahte Piltdown Adamı
s.195
Nebraska adamının ve ailesinin hayali
çizimleri
HAYALİ
s.196
Önce tüylü dinozor olarak tanıtılan, ancak
kısa süre sonra kuş tüyüne benzer bir yapıya sahip olmadığı anlaşılan
Sinosauropteryx.
s.201
Onlar, üstlerinde dizi dizi kanat açıp
kapayarak uçan kuşları görmüyorlar mı? Onları Rahman (olan Allah')tan başkası
(boşlukta) tutmuyor. Şüphesiz O, her şeyi hakkıyla görendir. (Mülk Suresi, 19)
s.203
25 milyon yıllık, termit fosili
s.205
Wyoming'deki Bighorn Havzası
s.206
ÇOK SAYIDA ÖRNEĞİYLE GÜNÜMÜZE AİT TAM BİR
SİNCAP (resim: 1)
s.207
ÇOK SAYIDA ÖRNEĞİYLE GÜNÜMÜZE AİT TAM BİR
YARASA (resim: 5)
EVRİMCİLERİN İDDİASINA GÖRE OLMASI
GEREKEN, AMA FOSİL KAYITLARINDA BİR TÜRLÜ RASTLANMAYAN HAYALİ ARA FORMLAR
(resim: 2-4)
s.210
Sağda, yaklaşık 355-295 milyon yıllık
örümcek fosili ve günümüze ait bir örümcek.
Üstte, yaklaşık 135 milyon yıllık
Echinoderm (deniz yıldızı) fosili ve canlı bir örneği.
Altta, yaklaşık 55-35 milyon yıllık yengeç
fosili ve günümüzde yaşayan bir yengeç.
Üstte, yaklaşık 300 milyon yıllık Geç
Karbon döneminden su akrebi fosili ve günümüzde yaşayan bir örneği.
Altta, yaklaşık 210 milyon yıllık kemikli
balık fosili ve canlı bir örneği.
Solda, yaklaşık 300 milyon yıllık Trionyx
(kaplumbağa) fosili ve günümüze ait bir kaplumbağa.
s.211
50 milyon yıldır değişmeyen yarasa, evrim
teorisini çökerten delillerden biridir. Ünlü evrimci bilim adamı Jeff Hecht bu
gerçeği şöyle dile getirir:
Yarasaların kökeni bir bilmece olmuştur.
En eski yarasa fosilleri dahi, 50 milyon yıl önce, bugünkü modern yarasaların
kanatlarına tıpa tıp benzeyen kanatlara sahiptiler.197
140 milyon yıllık at tırnağı yengeci
fosili ve günümüzde yaşayan örneği.
s.212
Milyonlarca yıllık bitki fosilleri ve bu
fosillerin günümüzde yaşayan örnekleri, bu bitkilerin hiçbir evrim
geçirmediklerinin açık delilidirler. Bu bitkiler milyonlarca yıldır hiçbir
değişime uğramamışlardır.
Üstte, Pecopteris miltani 290-365 milyon
yıl önce yaşamış olan bir bitki. Günümüzdeki benzeri Dryopteris filix-mas adlı
bir bitkidir.
Yüzmilyonlarca yıldır hiçbir değişime
uğramadan günümüze kadar gelen bu bitkiler evrim teorisini yalanlayan en önemli
deliller arasındadır.
Asterophyllites grandis 350 milyon yıllık
bir bataklık bitkisi fosili ve günümüzdeki benzeri
s.213
Günümüzde yaşayan Cryptomenia japonica
adlı ağaç 300 milyon yıllık fosili ile tamamen benzerdir.
Üstte, Quercus hispanica Günümüzde meşe
ağacının yaklaşık 145 milyon yıl önce yaşamış olan bir cinsinin fosili
Alepthopteris
Yaklaşık 350 milyon yıllık bir bitki
fosili ve günümüzdeki benzeri
s.216
Göklerde ve yerde ne varsa tümü Allah'ındır.
Allah, her şeyi kuşatandır. (Nisa Suresi, 126)
ARKA KAPAK
Eski Yunan’dan günümüze kadar
materyalistler tarafından hayatın kökenine açıklama getirmek için kullanılan
evrim düşüncesi, bilim dünyasına 19. yüzyılda Charles Darwin’in Türlerin Kökeni
adlı kitabı ile girdi. 19. yüzyılda büyük bir tırmanış gösteren materyalist
felsefeyi savunanlar, canlılığın nasıl ortaya çıktığı sorusuna cevap olarak
evrim teorisini sahiplendiler ve bu teorinin bilimsel dayanaklarını sorgulamadılar.
Materyalist ideolojilerin savunucuları, 150 yıl boyunca evrim teorisini
ellerinde hiçbir delil olmadan, salt propaganda metodlarıyla kitlelere empoze
ettiler.
Ancak 20. yüzyılın ikinci yarısından
itibaren evrim teorisinin bilim dünyasında edindiği yer sallanmaya başladı.
Paleontolojiden biyolojiye, anatomiden genetik bilimine kadar birçok bilim dalında
yapılan gözlem ve deneyler, evrim teorisinin aleyhinde sonuçlar vermeye başladı.
Evrimciler, bir anda kendilerini ve teorilerini yeni bilimsel bulgulara karşı
savunur durumda buldular.
Evrim teorisini çökerten bilimsel gelişmelerin
başında fosil kayıtları geliyordu. Fosil kayıtlarında evrimcilerin bulmayı
umdukları, türlerin birbirlerinden evrimleştiklerinin delili sayılacak olan
"ara geçiş formları"na rastlanmadı. Canlı türleri fosil kayıtlarında
aniden ve kendilerine özgün eksiksiz yapılarıyla ortaya çıkıyorlar ve fosil kayıtlarından
kaybolana kadar hiçbir değişikliğe uğramıyorlardı. Bu gerçek canlıların evrimleşmediklerini,
ancak yaratıldıklarını gösteriyordu.
"Ara geçiş formları"nın fosil
kayıtlarında olmayışı ise evrim teorisinin çöküşü için tek başına yeterlidir.
Teorinin kurucusu Darwin de bu gerçeği kabul etmiş ve kitabında ara geçiş
formlarının neden bulunmadığını sorguladıktan sonra, "belki de bu benim
teorime karşı ileri sürülecek en büyük itiraz olacaktır." demiştir.
Gerçekten de bugün, Darwin’in evrim
teorisine getirilen en büyük itirazlardan biri fosil kayıtları ile ilgilidir.
Evrimciler dahi bulunan fosillerin yorumlanması hakkında kendi aralarında büyük
ihtilaf içindedirler. Hayatın tarihine dair bilimsel bilgi edinebileceğimiz
önemli bir kaynak olan fosiller, çok açık olarak evrim teorisini reddetmekte,
canlılığın yeryüzünde aniden, hiçbir evrim yaşanmadan ortaya çıktığını, yani
canlıları üstün güç sahibi olan Allah'ın yarattığını göstermektedir.
YAZAR
HAKKINDA
Harun Yahya müstear ismini kullanan Adnan
Oktar, 1956 yılında Ankara'da doğdu. 1980'li yıllardan bu yana, imani, bilimsel
ve siyasi konularda pek çok eser hazırladı. Bunların yanı sıra, yazarın
evrimcilerin sahtekarlıklarını, iddialarının geçersizliğini ve Darwinizm'in
kanlı ideolojilerle olan karanlık bağlantılarını ortaya koyan çok önemli
eserleri bulunmaktadır.
Yazarın tüm çalışmalarındaki ortak hedef,
Kuran'ın tebliğini dünyaya ulaştırmak, böylelikle insanları Allah'ın varlığı,
birliği ve ahiret gibi temel imani konular üzerinde düşünmeye sevk etmek ve
inkarcı sistemlerin çürük temellerini ve sapkın uygulamalarını gözler önüne
sermektir. Nitekim yazarın, bugüne kadar 60 ayrı dile çevrilen yaklaşık 300
eseri, dünya çapında geniş bir okuyucu kitlesi tarafından takip edilmektedir.
Harun Yahya Külliyatı, -Allah'ın izniyle-
21. yüzyılda dünya insanlarını Kuran'da tarif edilen huzur ve barışa, doğruluk
ve adalete, güzellik ve mutluluğa taşımaya bir vesile olacaktır.